Thursday, March 12, 2015

Sanat ve Zaman

Sanat tarihinin ortaya çıkışı sanatçı kavramıyla ilgili bir durumdur. Zamanın değişimiyle birlikte, sanat ve sanatçının da değişmesiyle sanat tarihinin anlamı da değişmiştir.19.yüzyıl sonrasında insan figürünün ortadan kalkmaya başladığı ve Farklı disiplinlerle karşılaşmaktayız. Bundan ötürü Sanatçının psikolojisini ele alan bir sanat tarihi çalışmaları söz konusudur. Bir bakıma sanat tarihinin biçimi değişmekte ve sadece sanatçı psikolojisi üzerinde yoğunlaşılmaktadır. Alman Sanat Tarihçi Abraham Moritz Warburg dünyanın farklı bölgelerinde benzer olayları yaşayan toplumların biçimsel tutkuyla ( patos-biçimsel) birbirlerine bağlı olduklarını söylemiştir. Bu bakış açısı tarihe cüretli bir bakış açısıdır. 


Örneğin, Fra Angelico nun yapmış olduğu fresklere baktığımızda ardında duran sahte mermer bize Jackson Pollock’u veriyor der. En büyük anakronizmden birisi 20. yüzyılda yaşamış birini 15.yüzyılda yaşatarak bu imkânsız birlikteliği sağlamaktır. Bir bakıma düşündüğü zamansızlık anlayışını, sanat tarihi üzerinden anlatmaktır. Foucalt'nun dediği gibi birbirine uymayan iki şey ancak hayal gücünde birleşir ve bu Warburg'un düşündüğü zamansızlık kavramı ise şizofrenlik bir düştür.



Bir diğer örnek olarak Auguste Rodin döneminin ötesinde farklı bir yaklaşımla heykeller yapmıştır. İlk defa Bizans, Girit, Roma çanakları üzerine kendi heykellerini yapmıştır. Bu da Rodin in Warburg’un zamansızlık anlayışından etkilendiğini söyleyebiliriz. Sanatta Zamansızlık kavramına örnek olarak gösterebileceğimiz Bir başka sanatçı ise Ermeni kökenli Sarkis Zabuncuyan’dır. Yapmış olduğu ikonaları ortaçağ ikonaları ile birlikte göstermiştir. Bu durum Kimlik ve kültür kavramını ret eden bir anlayış ve Zamanları, dönemleri, kültürleri kişileştiren bir durumu teşkil etmektedir.        

Modern Zamanlar


Endüstri Devrimi ile birlikte özellikle teknolojik alanındaki gelişmeler iktisadi ve toplumsal koşulların değişmesine, yoğun bir biçimde kentleşme ve yeni toplumsal sınıfların çıkmasına neden olmuştu. Makineleşme ve mekanik alandaki gelişmeler fabrikaların yaygınlaşması ve kırsal kesimden kente doğru göç yeni bir sınıfa yani işçi sınıfının ortaya çıkmasını sağlar. Fakat üretimdeki devasa artış aynı zamanda bu sınıfın yaşam koşullarını olumsuz olarak etkilemesine neden olduğunu bilmekteyiz. Yine aynı şekilde teknolojik gelişmeler ile birlikte 19. yüzyılda ortaya çıkan ve 20. yüzyılda daha fazla gelişen bir sanat dalı olan sinema da sanatın diğer dalları gibi döneminin toplumsal koşullarından etkilenmiş ve yönetmenler toplumsal bir güç ve anlatım için bir araç olarak gördüğü filmlerinde bunu yansıttılar. Sinemanın en orijinal isimlerinde biri olan Charlie Chaplin'in Modern Zamanlar adlı filminde döneminin koşullarını kendi bakış açısıyla hiciv ettiği önemli bir film çekmiştir.20. yüzyılda Makineleşmenin daha hızlı bir biçimde yoğunlaşması, bu çok hızlı değişim ve monoton bir şekilde sürekli olarak tekrarlanması ve makinelerin hızla bir biçimde insan hayatına girmesi ile bunun yarattığı psikolojik tahribat filmde en çok vurgulanan temadır. Modern kapitalizme karşı bir hiciv yapılan bu filmde ilk sahne önce koyunların geçişinin metrodan çıkan insan sürülerine benzetmesi Endüstrileşme ve dolayısı ile kapitalizmin biz insanları ne olarak gördüğüne dair bir gönderme yapılmış. Chaplin’in oynadığı işçi karakteri ve fabrika bildiğimiz üzere bugünde hemen yanı düzene sahip olan bir fabrika sistemini anlatıyor. Bildiğimiz üzere fabrikanın bir sahibi yani patron ve onlara yüksek kar getirmesi için yoğun tempoda çalışan işçi sınıfı ve onları gözetleyip uyaran ve patronun emirlerini yerine getirmeye çalışan denetmen görevliler yer alır. Yüksek üretiminin getireceği yüksek kazanç anlamına gelmesi işçilerin daha çok çalışması anlamına gelmektedir. Dolayısıyla patronlarına daha çok kar getirmesi için çalışan işçiler gösterilirken patronun puzzle yapması patron sınıfına ufak bir gönderme yapmaktadır. İşçi sınıfı onlar için hiçbir anlam ifade etmemekte sadece sistemin çarkları içinde ufak dişliler şeklinde sürekli olarak işlemektedir. Makinelerin insanların yararı için geliştirilmesi, teknolojik anlamda önemli iken zamanla İnsan makinelerin esiri olmaktadır. Dolayısı ile İnsanlar makinelerin efendisi iken artık makineler pozisyon değiştirerek kendisini var eden insanın efendisi olmuşlardır. Fabrika içindeki beraber çalıştıkları aletler gibi zamanla " Makineleşen " insanlarda monotonlaşmakta, bir an için bir birey olduklarını hatırlaması, bu yüksek rant için önemli bir tehlike oluşmasına neden olabileceği için, İşçilerin kamera veya benzeri bir aygıtla gözlemlenmesi sistemin devamı için önemlidir. Chaplin’in ufak bir sigara molası vermesi ve mekândan ayrılması üzerine patron Chaplin'in sigara içtiği mekânda belirerek ona işine tekrar geri dönmesini söylemesine neden olur, bu sahne bana aynı zamanda İngiltere'de işçi kesiminin kötü yaşam koşullarını betimleyen Jack London'ın Uçurum İnsanları adlı romanındaki işçilerin dinlenmesinin yasak olduğu ve işçilerin dinlenip uyumamalarını engelleyen görevlileri hatırlattı. Kapitalist sistem teknolojik devrimi gözetleme veya kamera mekanizmasında oluğu gibi kendi çıkarı için kullanır.
Teknolojik gelişmelerin çok çabuk değişimlere yol açtığı filmde Chaplin makinelerin hızına ayak uyduramasına rağmen fabrikadaki sistem çok hızlı bir şekilde işler.19.yüzyılın ikinci yarısından itibaren başlayan Teknolojik gelişmeler 20. yüzyılda da devam etmektedir, hızla gelişen teknoloji yeni icatları toplumun hizmetine sunmakta ve toplumun bu hıza ayak uyduramayarak bocalaması filmde sıkça hiciv edilir. Patronun büyük bir olasılıkla işçilerin yemek yeme molasından tasarruf etmek için kullanmak istemediği yemek yedirme makinesi buna örnek olarak verilebilir. Aygıtın önceleri pratik ve kullanışlı bir mekanizma olarak çalışması daha sonraları Chaplin’i de kontrol ederek makinenin hızına yetişememesi, kullanışlı ve pratik olmadığı anlaşılması üzerine terk edilmiştir. Düzene ayak uydurmakta zorlanan, çok monoton ve sürekli olarak tekrarlanmakta olan fabrikadaki düzenin artık kaldıramayacağı düzene gelmesi İşçi rolündeki Chaplin'in psikolojisinin bozulmasına yol açmasına ve akıl hastanesine yatırılmasına sebep olur. Chaplin’in hastaneden çıkışı ve kamyonun arkasından yürüyerek iade etmeye çalıştığı kırmızı bayraklı sahne dönemin siyasi ve toplumsal olaylarına bir göndermedir. Proletarya’nın kapitalizme karşı bir silahı olan grev sınıf savaşlarında pek sık kullanılan bir yöntemdir ve işçi sınıfı bu silahı etkili bir biçimde kullandığında Kapitalist sistemi sekteye uğrattığını tarihten ve günümüzden de bilmekteyiz. Filmdeki işçi kesiminin kötü çalışma koşullarının gösterilmesinin ardından işçilerin örgütlenerek haklarını korumak için düzenlediği yürüyüşle devam eder. Fakat bu yürüyüş fabrikalardaki denetmen elemanlarının işçileri uyarıp eski düzenin tekrar devam etmesini ve bozulmamasını amaçladığı gibi bu sefer polis veya güvenlik güçleri olaya el koyar. Endüstri devrimi ile başlayan sınıf savaşlarının burada var olduğunu ve devam ettiğini görmekteyiz burada mücadele edenler işçi sınıfı ve kapitalist sermayenin bir çatışması olarak devam eder. Toplumsal düzenin sağlanması ise tekrardan kalabalığın dağılması ve traji-komik bir biçimde lideri olduğunu düşündükleri Chaplin'in ceza almasına yol açar. Kanunlar toplumu yöneten sınıf tarafından yazılır ve uygulanır ve diğer sınıflarında buna uyması beklenir, uymayanlar cezalandırılır ve düzen aynı şekilde devam eder. Daha sonraki sahnelerde ortaya çıkacak ve Chaplin'in kız arkadaşı olan filmin bir diğer oyuncusu Paullette Goddard'da Chaplin gibi Toplumsal sınıfın en altında kalan kişilerden biridir ve hayatını devam ettirmek için hırsızlık yapar. Kentlerdeki toplumsal yığılmaların bir ürünü olan işsizlik sanayileşme ve kapitalizmin bir diğer acı yüzüdür. Yoğun biçimdeki sanayileşme ve kırsal kesimde yaşayan insanın ekonomik ve sosyal nedenlerle Kentlere doğru göç etmesi hızlı, sancılı ve çarpık bir düzeni var eder. Toplumdaki ekonomik döngü içinde yer alamadığı için dolayısı ile işçi sınıfından daha kötü şartlara sahiplerdir. Babasının işsiz olması ve evdeki evin diğer üyeleri hayatta kalabilmek için hırsızlığa başvuran kimsesiz kız rolündeki Paullette Goddard, Kapitalist toplum içindeki en alt tabakanın yaşam koşullarını betimler. Filmde gösterilen bir diğer sosyal sınıf ise orta kesim betimlemesidir. Chaplin’in ve P. Goddard'ın çeşitli vesilelerden sonra tanışması ve bir ikon haline gelen eşini işe uğurlayan eş modeli, bahçeli bir eve sahip ve mutlu bir görüntü çizen orta kesim diye adlandırabileceğimiz yaşam modeline sahip olmak istemeleridir. Hızlı ve çabuk bir şekilde oluşan kentleşme barınma sorununu da beraberinde getirmiştir. Çiftin arzusu belki de alt tabakadan bir üst tabakaya geçerek bir ev sahibi olmak arzusudur. Chaplin’in bir gece bekçisi olarak iş bulması ile devam eden filmde, Şehirleşme ile Kentlerde ortaya çıkan yeni bir mekân olan Süpermarketi gösterir. Süpermarketin her bir katı farklı alanlardaki tüketim maddelerinin sergilendiği yemek reyonundan, oyuncaklara, elbiselerden daha birçok tüketim maddesinin satıldığı, Modern Endüstriyel Kapitalizmin simgelerinden biridir.

Dikkatimi çeken bir diğer sahnede Metruk eve taşınma sahnesidir. Paullette Goddard'ın bulduğu bu ev, alt tabakanın o dönemde barınma şartlarını temsil eden ufak bir barınma yeridir. Eşyalar kırık, dökük ve ev kullanılamaz bir vaziyette olmakla beraber yemek sırasında ekmeğin kalın kesilerek doyulmaya çalışılması yine proletarya’nın hayat şartlarını betimler. Önceki çalıştığı fabrikadaki işe benzer bir iş bulan Chaplin, tekrar makineleşmenin ve makinelere ayak uydurmakta çok güçlük çeker ve sonunda ustası " Sistemin çarkları " altında kalır. Bu Fabrikadaki düzende önceki çalıştığı yerin arasında pek fark yoktur. Çarkların altında kalan usta verilen yemek molasını aksatmaz ve çarklıların arasından Chaplin'in yardımı ile yemeğini yer ve daha sonra kurtulur. Tekrar Grev ve ardından gelen Polis müdahalesi Sistemin bir döngüsüdür, İktisadi ve Sosyal çatışmaları temsil eder. Başka bir iş sektöründe şanslarını deneyen çift kısmi başarıdan sonra kızın peşine düşen devlet yetkililerinin takibi sonunda baltalanır. Fakat filmin sonundaki mesaj çarpıcıdır." Eğer Uygarlık insana bundan başka bir şey veremiyorsa, o zaman geri dönüş, kaçınılmazdır. "

Tuesday, March 3, 2015

Günümüzde Sanatında Gesamtkunstwerk Kavramı

19.yüzyıl İnsanlık tarihi için önemli bir dönüm noktasıdır. Sanayi Devrimi ve Endüstriyel devrimin hızla ivme kazanması, yeni toplumsal sınıfların çıkmasına sebep olmuş, bununla birlikte siyasi hareketlenmeler hızlanmıştır.Bu yüzyılda yaşanan hızlı değişimler ekonomik ve siyasal alan düşünce sistemi ve kültür tarihinde de yeni gelişmeleri ortaya çıkarmış, yeni sanat akımlarının doğmasına neden olmuştur.19. Yüzyılın en önemli sanatçılarından biri olan Richard Wagner'de çağının düşünce yapısından etkilenmiş ve bu da onun sanatında kendisini göstermiştir.
Romantik dönemin mimarlarından olan Richard Wagner, besteci kimliğinin yani sıra müzik hakkında teorileri ve yazılarında bulunması onun çok yönlü bir sanatçı olduğunu ortaya koyar. Onu çağdaşlarından ayıran bir diğer noktası ise yapıtlarının döneminin düşün dünyasından etkilenmiş olmasıdır. Özellikle Hegel, Schopenhauer, Feuerbach yapıtlarınına biçim ve içerik olarak etki eder. Onun sanatına etki eden filozoflardan biri olan Hegel, dramatik şiiri sanatsal yaratımın en kusursuz örneği ve "tamamen gelişmiş ve örgütlenmiş ulusal hayatın ürünü" olarak tanımlaması, Schopenhauer'un irade üzerine analizleri, insani motivasyon ve tutku üzerine fikirleri ve yazım tarzı Wagner'in yapıtlarında etkisini gösterir. Wagner'in sanat tarihi içinde önemli bir yer kazanması bu düşünsel etkisinin yanı sıra yenilikçi yapısıdır."Amacım her gittiğim yere yenilik getirmek... Yarının tiyatrosuna buruk, acı bir tat vereceğim..." diyen sanatçı, 1849'da "Geleceğin Sanat Yapıtı" başlıklı devrimci metninde belirttiği gibi dramatik tiyatroya bir alternatif geliştirir. Sanatı insanın ve insan doğasının ifadesi üstün bir işlevi olan sanatın, türlerin tek tek her biri ile değil, ortak çabasıyla yaşamı en iyi biçimde ifade edebileceğini ileri sürmüştür. Wagner’e göre geleceğin sanatı, bir ortak sanat ürünü yani Sanatların birliği ( Gesamtkunstwerk) olmalıdır. Opera sanatını, Müzik, Dram, Plastik sanat düzeninin hepsinin birden estetik bir uyum içinde içermesi nedeni ile birleşik sanat ürünü olarak görmüştür. Opera şairin, aktörün, ressamın, bestecinin sanatı bir araya gelir ve bir biçim yaratır; dram ise gerçek dünyayı, müziği, biçimsel güzelliği ve duyguyu dile getirir.
Richard Wagner’in geliştirdiği bu kavram ( Sanatların birliği), yalnızca Operayı değil Drama sanatlarından, mimariye, plastik sanatlarına ve daha sonradan gelişecek olan sinemayı da etkiler. Özellikle sinemanın, müzik, tiyatro, edebiyat ve plastik sanatları da içerdiği için Wagner'in Gesamtkunstwerk kavramı ile ilişkilendirilebilir. Kendisinden sonra gelen genç kuşak sanatçılarını etkileyen Wagner’in, Sanatların Birliği kavramı günümüzde plastik ve drama – sahne sanatlarında uygulanan önemli bir kavram olmuştur.
Tiyatro, sinema gibi toplu sanat gösterilerinin bireylerin bilinçlenmesi açısından daha çok önem kazanması sanatın, türlerin tek tek her biri ile değil, ortaklaşa çabasıyla ortaya çıkabileceğini ve yaşamı en iyi biçimde ifade edebileceği sanatçılar tarafından düşünülmüştür. Dinin ve milliyetçi unsurların gösterilmesi veya propagandasının yapılmasının yasak olduğu bir dönemde sembolist unsurlar ile ideallerini yansıtan, Sovyet Sinemasının en önemli yönetmenlerinden biri olan Sergei Paradjanov'un filmlerinde ve özellikle de Narların Rengi ( The Colour of Pomegrantes, 1968 ) adlı filminde farklı sanat dallarını bir sentez içinde birleştirerek sanat yapıtına dönüştürmüştür. Metin ve sahnelerin ön plana çıkması ve müziğin bir araç olarak kullanılmasının yanı sıra Ermeni minyatür ve heykel sanatından alınan öğelerin bir dekor olarak kullanıldığı filmde Wagner’in estetik anlayışının etkileri sıklıkla görülür.
Wagner'den sonra, Gesamtkunstwerk, 20. yüzyılın başlarında ortaya çıkan sanat akımlardan biri olan Bauhaus'un manifestosunda sıklıkla vurgulanan kavramlardan biridir. Bauhaus mimaride olduğu kadar endüstriyel tasarım ve şehir planlama gibi konularda yenilikler getirmiş, yeni bir mimari akım yaratarak, sanatın tüm dallarını etkilemiştir. Sanat anlayışı olarak Mimarlık, ressamlık, heykeltıraşlık ve zanaatı birleştirerek, fonksiyonel ve sanatsal ürünler yaratmak istiyordu. Uygulamalı sanatlara ve sanatların birliğine inanan, Bauhaus bildirisine göre tüm sanatların birleştiği en yüksek nokta binalardı, sanat eserinde olduğu gibi bir bina da dış görünümü, iç tasarımı, bulunduğu yer ve süslemeleriyle bir bütün olarak görülüp işlenmesi ile birlikte fonksiyonel ve sanatsal ürünler yaratmak Bauhaus akımının temel özelliklerindendi.


Günümüzde Güncel Plastik sanatlarda da Sanatların birliği kavramını kullanan ve kendisini bu kavramın temsilcileri olarak gören sanatçılar vardır. Farklı disiplinlerden beslenerek, eserler üreten bu sanatçılara bir performans sanatçısı olan Nezahat Ekici örnek gösterilebilir. Nezahat Ekici'nin performansları genel olarak bütünsel sanat anlayışında (Gesamtkunstwerk) tasarlanmıştır. Sanatçı kendi bedenini kullanması yanı sıra mekânları enstalâsyon kurgusuyla hazırlamaktadır. Müzik, Heykel, Video gibi çeşitli sanat dallarını sentezler. Çağdaş bir diğer sanatçımız olan Sarkis'de tıpkı Nezahat Ekici gibi farklı sanat dallarını sentezler. Video, performans, enstalasyon gibi biçimler kullanan sanatçı ışık, hareket, yazınsal ve müzikal parçalar ile plastik sanatların geleneksel disiplinlerini tamamlayarak yapıtını Gesamtkunstwerk'e, yani bütüncül bir sanat yapıtına dönüştürür.

Tuğçe Naz Fırat

Marcel Proust'un Göstergeleri


Fransız sanatçılarının ve edebiyatçılarının özellikle felsefe ile beslenerek oluşturdukları eserler günümüz ve 20. yüzyıl filozoflarının sanat ile felsefe arasındaki güçlü bağı yorumladıklarını görmekteyiz. 19. yüzyıl Fransız ve Dünya edebiyatının önemli temsilcilerinden biri olan Marcel Proust'u felsefe ile olan güçlü bağını yorumlayan Gilles Deleuze, yazarın eserlerini merkezi bir konuma alarak yazdığı Proust ve Göstergeler adlı kitabında felsefe ve proust ilişkisini irdeler. Deleuze’ün Proust ve Göstergeleri doğrultusunda baktığımızda Proust için zaman kavramının ön plana çıktığını görmekteyiz. Proust tarafından bütün roman boyunca aranan şey kayıp zamandır. Proust’un penceresinden baktığımızda kayıp zaman aslında kaybolmuş zamanı temsil eder, bu ise boşa geçirilmiş zamandır. Boşa geçirilen zaman süre içerisinde ilgilenmemiz gerektiği halde arayamadığımız hakikatin peşine düşmesi Proust'un asıl ilgilendiği konudur. Hakikati arayış düşüncesi aynı zamanda Proust’a Felsefe ve Sanat arasında bir ilişki olduğunu gösterir. Yazar boşa nerelerde zaman geçirildiğinin arayışını Göstergeler olarak sembolleştirdiği kavramlar aracılığı ile betimler. İnsan veya canlı ile cansız her türlü maddenin göstergeler yaydığını öne sürer ve bütün göstergelerin de anlaşılmaya veya açıklanmaya muhtaç olduğunu belirtir. Göstergeleri doğru olarak yorumlamayı öğrenmemiz ve bilmemizin bize zamanımızı kurtarmaya yardımcı olması önem kazanır. İnsanların yaşam süreleri boyunca Göstergeleri yorumlamak için boşa zaman geçirmemesi için hiçbir anlam taşımayan göstergelerin çıraklığını veya tercümanlığını yapar ve sayısız göstergeleri sınıflandırır. Proust’un bakış açısına göre göstergeler Aşk, Sanat, Duyumsanabilir ve Sanat Göstergeleri olmak üzere 4 kısıma ayrılır. Sosyete Göstergeleri sürekli yorumlamaya çalıştığımız fakat başarısız olduğumuz göstergelerdir çünkü Sosyete göstergeleri boştur. Sosyete Göstergelerinde ayinle ilgili ön plana çıkar ve işaret, düşünce, eylem ile anlamın önüne geçer. Guermentes Dükünün selamı buna örnek olarak verilebilir, Guermentes dükü yaydığı göstergeler ile Toplumsal veya Sosyete Göstergeleri denilen şeyin başkalarının gözünde var olan bir maske olduğunu, ardında ise roller üzerine kurulu toplumsal kimliklerin olduğunu görürüz. Aynı şekilde Guermantes salonlarında görülen kişilerin bir şeyi ele verdiklerinde ve ya o anda bozulmalarını gizlemek için sabitleşmeleri de ideal bir şeye gönderme yapmayan ve eylemin yerini almış gibi gözüken bir ritüeller tiyatrosudur. Proust burada Fransız sosyetesinin yaşamından betimlemeler yaparak aslında Sosyete göstergelerinin rolleri ardına sığınmış hiçbir anlam taşımadığını anlatır. Sosyete göstergelerinin içinde bizlerinde yer aldığı bir tiyatro sahnesine benzediğini düşünerek yazarında aynı şekilde Sosyete göstergelerini anlamakta başarısızlığa uğradığımızı ve bunu da geçirilmiş zamanı kayıp zaman olarak anlatmaya çalışır.
Aşk göstergelerine baktığımızda insanların anlamak ve yorumlamak için boşa zaman harcadığı gösterge biçimleri olarak Proust'ta betimlenir. Aşkın göstergeler bakımından zengin olmasına rağmen sürekli olarak yanıltıcı ve emin olamayacağımız göstergelerdir ve bu da göstergeleri yorumlarken başarısız olmamıza neden olur. Aşkın aslında bireyin zihninde gerçekleşmesi ve aşkın üçüncü bireylere de açık olması, Albertine'de görülür. Albertine’in itirafın aşkın temeli olmadığını itiraf etmenin gerekli olmadığını ve birden fazla genç kıza duyduğu aşk bireyin diğerine karşı nasıl düşündüğünü ya da ne kadar dürüst ve açık olup olmadığını gösterir. Swann'da yer alan bir bölümde '' Gördüyse, ne ifade edebilmiştim acaba ona? '' bölümü ile Sevdiği kişinin ona hangi gözle baktığından emin olunamadığını için Aşkın yaydığı göstergelerden asla emin olmayacağımızı gösterir. Bildiğimiz üzere Aldatmak olgusu her insanın beyninde yaşadığı ilişkilerde belirli ve ya belirsiz şekilde şüpheye yol açar, emin olup güvendiğimiz kişilerin başka kişilerle paylaşmak istemeyiz bu yüzden Aşkın özelliklerinden biri olan Kıskançlık olgusu da aşkın göstergelerinin yanıltıcı olmasına neden olur. Aşığın kendisi ile rekabet içinde olan kişilerin keşfinin acı verdiğinin belirtilmesi yani kıskançlık duygusu sürekli bir şekilde aşkın göstergelerinde aldanmamızı sağlar.
Gösterge türleri içerisinde üçüncü olarak, Duyumsanabilir niteliklerin veya izlenimlerin dünyasıdır. Duyum göstergelerinde yorumlama ile başarılı olunmasına rağmen başarısız olma riskini de her zaman taşımaktadır. Duyum göstergeleri, Belleğin müdahale etmesi ve tesadüfün önemli bir araç olması ile birlikte Aşk ve Sosyete göstergelerinden üstün bir konumda yer alırlar. Yazar için anımsamayı harekete geçiren bir takım maddi nesneler vardır. Madlen Şekerlemesi, çan kuleleri, ağaçlar, kaldırım taşları gibi duyum göstergeleri adeta içlerine gizlenmiş başka bir özü, zihinsel bir çaba sonunda ortaya çıkarmaktadır. Duyumsama göstergelerinde Anımsamalar, Keşifler ve Belleğin müdahalesi önemli bir yer tutmaktadır. Örneğin Mahpus'da kahraman sabah kalktığında ışık ve koku ile karışan istem dışı anılar ile gözünde canlanan kız figüründe ve ya Martinville'de ki çan kuleleri romanlardaki karakterlerin anıları yani geçmiş yaşantıları yakalanarak gösterge ile birlikte bir başarı vardır. Bununla birlikte bellek çarpıtması ile birlikte göstergelerin deşifresini çözemediğimiz durumlarda olur. Genç Kızlarda belirtilen bir olayda görülen üç ağaç figürü keşfedilememiş, rüyada yer alan bir figür ve ya belleğin içine gömülmüş bir anı olup olmadığından emin olunamadığı için öz çıkarılamamış ve Duyum göstergesinin yorumlanmasında başarısızlığa uğranmıştır.

Proust açısından asıl önemli olan ve Geleceğin kurtarılması için yorumlanması gereken ve zamanı yakalayabileceğimiz tek gösterge Sanatın Göstergeleridir. Diğer tüm gösterge çeşitlerinin bir yerde maddi olmasına rağmen Sanata ruhani bir görev atfeder. Sanat göstergesini bir '' Mesih '' yani kurtarıcı olarak kabul eden Proust için Sanat, Gösterge ile Anlamın birliğini taşır ve sanat aslında '' monad '' olan bireyler arasındaki iletişimin tek imkânı olarak kabul edilir.'' Ancak sanat aracılığı ile dışarıya açılabiliriz, bir başkasının, bizimkiyle aynı olmayan bu âlemde neler gördüğünü öğrenebiliriz... Özgün Sanatçı ne kadar çoksa, bize açık olan dünyaların sayısı o kadar çoktur... '' derken Proust, Yakalanan Zamanı adlı eserinde Sanatın göstergelerinin kavrayıp anladığımızda zamanı yakalamanın yegâne yolu olduğunu belirtir. Sanatın bir öz taşıdığını belirten Proust'un penceresinden baktığımızda Özler yani sanat eseri ölümsüzdür, Swann'da belirttiği Keman ile Piyanonun kendi başlarına birlikte ortaya çıkardıkları Sonatı diğer nesnelerin maddi olup geçiciliğine rağmen bu dünyada sürekli kalacağını anlatır. Boşa Geçirmiş olduğumuz zaman Saf hali ile kendini Sanat Göstergelerinde ortaya koyar. Vermeer’in resimleri, Wagner'in müziği, Stendhal'in eserleri ve Thomas Hardy'nin yapıtları gerçekte ebedilik, göstergenin ve öz olarak anlamın özdeşliği maddi olanın manevileştiği ve bizlere başka dünyaları gösteren en yüksek göstergeleri taşır.

Tuğçe Naz Fırat