İnsanın sahip olduğu en değerli özelliği yaşayabilmesidir fakat
‘yaşayabilmek’ sadece biyolojik bir varlık olmak, nefes alıp biyolojik
ihtiyaçlarını girmek değildir. Yaşamaktan çok daha önemli bir husus
‘nasıl yaşadığımızdır’. Eğer dünyaya gelmek kavramının bize sunulan
büyük bir şans olduğu varsayımında bulunur isek, biz insanlar bu şansı
nasıl değerlendiriyoruz ? Fazla felsefi yorumlamalarda bulunmadan
dünyaya gelmiş olma tesadüfü ve bunun bir getirisi olan ‘ömür’ diye
nitelendirilen yaşam sınırları içerisinde gerçekten ‘insan olabilmek’
durumunu tam anlamıyla yerine getirebiliyor muyuz?
Aslında ‘tarih içindeki insan’ şeklinde kısa bir inceleme
yaptığımızda, modernleşen dünya ve hayat şartlarının ilerleyen yıllar
sonucu daha insancıl bir hal aldığını söylemek mümkün. Fakat farklı bir
bakış açısı ile baktığımızda milyonların hayatını basitleştirip ya da
çalıp, küçük bir zümreyi iktisadi olarak yükselten Endüstri Devrimi de
bir modernleşme değil midir ? Ben bu sorunsalı tarih içindeki insanın
inişli – çıkışlı yaşama standartlarına bağlıyorum. Çünkü insanın hemen
hemen her zaman belli bir zümre ya da tek bir kişinin siyasi, askeri,
iktisadi gücünü kullanıp yönetme yetkisi ile sınırlandırıldığını, klasik
bir tabir ile ‘belli bir çizgide ilerleme’ ya da ‘belli bir kalıpta
ilerleme’ zorunluluğuna sokulduğunu düşünüyorum. Bu sayede tarih boyunca
yönetme yetkisi olan kesimin doğru veya yanlış verdikleri kararlar
sadece onları değil sayıca kat kat üstün yönetilen kesimin de hayatını
etkilemiştir. Bu sayede tarih içinde bilim alanında yol kat etmiş olan
büyük uygarlıkları birkaç asır sonra başka bir uygarlığın sömürgesi
haline gelmiş olduğunu görüyoruz. Bunun açık sebebi yönetenlerin
verdikleri kararların halkı doğrudan etkilemesidir.
Az önce bahsettiğim iniş – çıkış kavramını bu şekilde örneklendirdikten
sonra asıl noktaya dönmek istiyorum.
Endüstri Devrimi gibi tarihin akışını değiştiren bir olaya sadece
işçilerin, Marx’ın deyişiyle proletarya sınıfının gözünden bakıp
yorumlamanın haksız bir eleştiri olacağını düşünüyorum. Bunu düşünmemin
başlıca sebeplerinden birisi Endüstri Devrimi sonucu insanlık için
açılan kapıların, insanı çok daha ileri bir kademeye getirdiğini
söylemek gayet mümkün. İleri kademeden kastım insanın hayatını
kolaylaştırmak gibi basit örnekler. Endüstri Devriminin bizleri daha
‘pratik’ bir hayata sürüklediği gerçeğini inkar etmek kesinlikle doğru
olmazdı. Daha pratik, daha işlerin daha kolay halledildiği bir hayat.
Korkunç bir tüketim alışkanlığının olduğu bu çağda daha pratik bir
hayat, işlerin kolayca halledilmesi, insanın hayatını kolaylaştıran
hemen hemen her şeyin saniyede binlercesini üreten seri üretim tarzı.
Her geçen yılda hızlı bir şekilde büyüyen nüfusa karşı daha hızlı
üretim, büyüyen nüfusun ihtiyaçlarını karşılama zorunluluğu. Bu şekilde
değerlendirdiğimiz zaman Endüstri Devrimi’ni bir zorunluluk, çağın bir
gereği olarak görmemiz gerekir. Önemli olan nokta ise bu daha pratik,
daha hızlı, daha kolay bir hayat diye nitelendirdiğimiz bu olayın bedeli
ne idi ? Bu sorunun cevabına hiç tereddüte düşmeden ‘başka hayatlar’
cevabını verebilirim. Yazıma başlarken söylediğim ‘insan olabilmek’
kavramının tam tersini bu perspektiften gözlemleyebiliyoruz.
Düşünebilen, sorgulayabilen, sevmek, aşık olmak, üzülmek, kaygılanmak
gibi duygulara sahip olan insanın, çok net ve durumu tam anlamıyla
karşılayan bir tabir ile ‘makine’ halini alması.
Endüstri Devriminin tonluk makineler, makara sitemleri vs. dışında
günümüze bıraktığı en büyük miras fizik gücünün, kas gücünün ön plana
çıktığı bir insan modeli idi. Fiziksel gücü el verdikçe maksimum
çabukluğa ulaşıp çalışmak, iş yapmak. Marx'ın literatüre kazandırdığı
kellime ile açıklayacak olursak, korkunç bir metafetişizm. İnsanın
çalışan bir kas yığınına ya da bir robota dönüşmesi. Asıl huzurlu hayat
dileklerini emeklilik zamanlarına saklayıp, yaşlılık dönemlerinde emekli
olduklarında hastalıklarla boğuşan kendini avutan sayısız insanlar.
Vahim olan durum bunun gerekli bir gidişat olması ya da öyle
gösterilmesi. Çalışmayana ekmek yok, çalışmayan hata tutunamaz mantığı.
Fakat bu şekilde çalışmak basit bir şekilde sadece insanın
robotlaştırıyor. Acımasızca.
Modern Zamanlar ya da daha Türkçe bir biçimde Asri Zamanlar
filminde de nükteyle belirtilen noktalar ‘insanın metafetişizm evresine
geçişi.’ İnsanların seri bir şekilde vidalama işlemi yaparken yanındaki
çalışan kişinin kıyafetinin düğmesine de aynı işlemi uygulamaya
çalıştığı, programlanmış insanların robotlar gibi hareket ettiği,
mükemmel bir disiplinle işe gittiği bir dünya. Bu işe ilerleyiş
sahnesinde yapılan koyun benzetmesi insanların o durumlarını açıklayan
bir iğneleme. İnsanların insan olduğunu unutması. Korkunç boyutlara
ulaşmış bir bedensel kölelik. İşçilerin bedensel olarak kölelik icra
ettikleri bu esnada ise ‘President’ diye nitelendirilen yöneticinin
kendi keyfinde olması dikkat edilmesi gereken bir nokta. İnsanlar artık o
kadar abartılı bir biçimde robot halini almışlar ki sokakta gördüğü bir
kadını kovalama teşebbüsünde bulunabiliyor. Diğer göze çarpan nokta ise
Charlie Chaplin’in polisten kaçtığı sırada bile garip bir makinede
fabrikada giriş onayı yapması. Polisten kaçmak gibi aksiyona sahip olan
bir durumda bile bunu yapma gereği duymak insanların duygusuz bir beden
halini almış olduklarını net bir şekilde açıklıyor. Daha sonralarda
Charlie Chaplin’in iyi niyetli davranmasına rağmen trajikomik bir
biçimde elinde bulundurduğu bayrak gerekçesiyle komünist lider ilan
edilmesi dönemin Amerika Birleşik Devletleri politikasını da
eleştiriyor. Sorgusuz sualsiz apar topar bir günümüzde çöp
kamyonlarına çöpçülerin bindiği gibi binmiş olan polislerin olduğu bir
araca bindirilip götürülüyor. Belki çok dikkat çekici bir nokta değil
fakat Paulette Goddard’ın canlandırdığı kimsesiz sokak kızının yaşı
geçmiş olan babasının iş bulamama sorunu yaşıyor olması fiziksel gücünü
kaybetmiş olan insanların adeta aşağılayıcı bir biçimde kullanıp
atılıyor olduğu gerçeğine ayna tutuyor. Aynı zamanda insanların
hapishanede bile daha mutlu olduğunu söylemek mümkün çünkü Charlie
Chaplin hapishanede kalmak istediğini söylüyor. Filmin ilerleyen
sahnelerinde kızın bulduğu derme çatma dokunulsa kırılacak halde olan
evin ‘paradise’ diye nitelendirilmesi, insanların dünyasının ne kadar
küçük olduğunun bir göstergesi. ‘Can you imagine a little home ? ‘ diye
hayal kurmaları ama hiçbir şeye sahip olamamaları üzücü olan diğer bir
nokta. Bir sahnede göze çarpan diğer bir nokta ise Charlie Chaplin’in
makinede sıkışmış olan iş arkadaşını kurtarmaya çalıştığı noktada yemek
paydosu zilini çalmasıyla daha önce de belirtmiş olduğum gibi bir robot
misali yemek yemeye gitme teşebbüsü trajikomik bir durumdu ve sistemin
insanları nasıl insanlıktan uzaklaştırdığının net bir örneğiydi.
İlerleyen sahnelerde Charlie Chaplin’in işe girdiği yerde smokin giyen
orta yaşlı birisine yemek servisi yaptığı sırada aniden dansa kalkan
insanların arasında kaybolması ve bu durumda hiçbir suçu olmayan
çalışanın bile yemeğini bekleyen kişi tarafından suçlu gösterilmesi ve
ona kızılması, insanları hor görmektir. İnsanların para kazanma hayatına
devam edebilme gerçeğini kullanıp, ‘her zaman işçi haksızdır’ şeklinde
yapılan yorumlar. Ama her şeye rağmen insanların bunlara katlanıp
gülümsemeye ve hayattan zevk almaya çabalamaları. Trajik bir durum.
İnsanların makine şeklinde çalışma temposu düzeni sadece üretim
yerlerinde, fabrikalarda gerçekleşmesi belki acımasızca diye
nitelendirilen bu durumu hafifletebilirdi. Fakat fabrika temposu insanın
hayatıyla bütünleşmişti. İnsanların belli bir disiplinde yürüyüşü,
hareket edişi… İnsanın insan olmaktan çıkıp robotlaştığı ve daha da
kötüsü ‘kendini robot olarak gördüğü’ bir basitleştirmede bulunması.
Acımasızca.
Filmi genel olarak bu şekilde
yorumlayabiliriz fakat filmin tek eleştiri noktası bu değildi. İki, üç
asır önce gerçekleşen bu devrimin günümüzde de işleyişini kaybetmemiş
olması da başka bir eleştiri noktasıydı. Aynı zamanda hükümet politikası
olarak gördüğü ve seçim vaatlerinde sıkça belirttiği köleciliğe karşı
olmasıyla bilinen zamanın Amerika Birleşik Devletleri lideri Abraham
Lincoln’ün portresinin Charlie Chaplin hapishanedeki odasında oturduğu
sırada arkada belirmesi, günün şartlarıyla değerlendirildiğinde korkunç
bir çelişki idi. Bu kölecilik değil de neydi ? İnsanların halini
değerlendirdiğimizde bunun bir kölecilik olduğunu söyleyebiliriz. Daha
doğrusu ‘ Modern Kölecilik’.
Durumun içler acısı olduğunu görmek mümkün. Ama diğer bir bakış
açısıyla değerlendirdiğimiz zaman bunun bir gereklilik olduğunu
söyleyebiliriz. Bunu çağın bir gereği olarak görmek de mümkün. Önemli
olan insanların çalışma şartlarının insanların sahip oldukları bedenlere
uygun olup olmama durumudur. Şuan burada kesin bir biçimde
Endüstriyel gelişmelere karşı olduğumuzu belirtmek yanlış bir yaklaşım
olur. Bu sebeple olması gereken bu kapitalist düzende üretim araçlarına
sahip olan yöneticilerin, ya da filmde belirtildiği gibi ‘President’
diye nitelendirilen kişilerin işçi sınıfına daha insancıl yaklaşmasıdır.
İktisadi hırsı bir kenara bırakıp öncelik olarak işini yapan insanları
düşünmelidir. Fakat çağımızda bu ne kadar mümkün, orası tartışılır.
Sistemin en acımasız noktası ise sisteme dahil olma, sistemin bir
parçası olma zorunluluğudur. Sitemin dışında kalan insanların ezildiği
acımasız bir sistem. Modern zamanlar ve modern kölecelik.
Mustafa UNLUSOY
Monday, January 18, 2016
Monday, January 11, 2016
Şamlı Aziz Yuhanna ( 672-776 )
Emeviler doneminde yaşayan Şamlı Aziz Yuhanna, Emeviler devrinin
önemli memurlarından Sergius Mansur'un oğlu olarak 672 yılında dünyaya
gelmiştir.Dedesi de babası gibi devrinin önemli kişilerden biri olan
Şamlı Aziz Yuhanna, Emevi halifelerinden Abdul-melik ( 685-705 ) ve I.
Velid devrinde Emevi devleti adına önemli görevlerde bulunmuştur.
Daha sonra bu önemli görevlerinden ayrılarak Kudus yakınlarındaki Mar ( Aziz ) Saba manastırına kapanarak Hıristiyan Teolojisi için çok önemli eserler ve Hıristiyan liturjisinde hala kullanılan bir çok ilahi eser vermiştir.Aziz Yuhanna'nin Ortodoks dünyası için önemli olmasının bir diğer sebebi ise 8. Yüzyılda Bizans devletinde etkili olan ve sanat tarihi için mühim bir olay olarak kabul edilen İkonalar ve Dini içerikli figürlerin manastır, kilise ve katedrallerden kaldırılması ve yok edilmesi gereği ile ortaya çıkan Ikonaklazm akımına karşı İkonaların Hıristiyan liturjisinde önemli bir yeri olduğunu savunmuştur.
Kaynaklar
Ohridski Prolog : Aziz Vladika Nikolaj
Fathers of the Church: Writings , St. John of Damascus - Translated by Frederic H.Chase
Daha sonra bu önemli görevlerinden ayrılarak Kudus yakınlarındaki Mar ( Aziz ) Saba manastırına kapanarak Hıristiyan Teolojisi için çok önemli eserler ve Hıristiyan liturjisinde hala kullanılan bir çok ilahi eser vermiştir.Aziz Yuhanna'nin Ortodoks dünyası için önemli olmasının bir diğer sebebi ise 8. Yüzyılda Bizans devletinde etkili olan ve sanat tarihi için mühim bir olay olarak kabul edilen İkonalar ve Dini içerikli figürlerin manastır, kilise ve katedrallerden kaldırılması ve yok edilmesi gereği ile ortaya çıkan Ikonaklazm akımına karşı İkonaların Hıristiyan liturjisinde önemli bir yeri olduğunu savunmuştur.
Kaynaklar
Ohridski Prolog : Aziz Vladika Nikolaj
Fathers of the Church: Writings , St. John of Damascus - Translated by Frederic H.Chase
Slav El Yazmaları
6.yüzyıldan itibaren Slavlar, kabileler halinde
Tuna nehri boyunca ilerleyerek Balkanlara
yerleşmeye başlamışlardı.7. Yüzyılda artık Balkan coğrafyası Slav kabilelerinin fethi ile coğrafyası
diye anılmaya başlamıştır. Slavların Bizans kuvvetlerine rağmen, 614 senesinde
Edirneye kadar gelmişler ve Selanik şehrinini üç defa kuşatmışlardır. Bugün
Ispanya'da bulunan 754 yılına tarihlenen latin dilinde yazılmış olan kronikte (
Chronicle of 754 ) Bizans Imparatoru Heraklius döneminde Slavların Yunanistan yarımadasını ele geçirdiğini
belirtmiştir. Sırplar ve Hırvatlar 7. yüzyıldan itibaren
balkanlarda teşkilatlanarak ve bazı tarihi kaynaklarda 8-9 yüzyıl itibari ile güçlenmeye
başlamış önemli Sırp ve Hırvat knezlerinin isimleri geçmeye başlamıştır. Viseslav, Radoslav ve Prosigoj gibi ilk Sırp knezlerinin
yani sıra Ljudevit Posavski, Tripimir gibi ilk Hırvat knezleri olarak bazı tarihi kaynaklarda isimleri zikredilmiştir.
Bir Bizans eseri olan
Aziz Demetrius'un mucizeleri adli eserde Slavlar genel adi
ile
Balkan coğrafyasına
yerleşen ilk Slav
kabilelerinin isimlerini zikreder. Drogubites,
Sagudates, Velezgetes, Bajunetes, Berzetes gibi
Slav gruplarının ismini
vererek Selanik şehrini kuşatmasını
anlatan Aziz Demetrius'un mucizeleri adli
kitapta bu Slav kabilelerinin birçok yeri ele geçirmesine
ragmen Selanik şehrinin düşmemesinin Aziz Demetrius'un bir mucizesi olarak kitabin ikinci cildinde
belirtmiştir.
Balkan toprakları Slavların bölgeyi fethedişinden önce
Bizans toprakları içinde yer almaktaydı. Bizans döneminde Balkanlar
Moesia, Macedonia, Pannonia, Illyrium,
Dalmatia adlarıyla bölgeler
seklinde Bizans İmparatorluğunun Avrupa kıtasındaki eyaletlerini teşkil etmekteydi.
Bölgenin kadim halklarından Traklar, Dacyalilar, Iliryalilar gibi halklar Slavların bölgeyi ele geçirmesinden sonra Slavların
bölgeyi asimile etmesinden dolayı bir kısmı Slavların yönetiminde asimile olup Slavlaşmışlardır.Balkan Coğrafyasına yerleşen
Slav kabilelerinden Ezerites, Melingoi, Belegezites, Smolyani kabileleri
Yunanistan yarımadasına , Draguvites,
Recchines, Sagudates, Strymonites, Vajunites, Berziti kabileleri Makedonya civarına ,
Braničevci, Timočani kabileleri Sırbistana,
Travunians kabilesi Hersek ve batı Karadag topraklarina, Zagorites,
Zachumliani, Kanalites, Narentines, Dalmacya bolgesine Carantanians Slovenya,
Docleani Guney Karadag, Guduscani Hırvatistan topraklarına yerleşen ilk Slav
topluluklarıdır. Bu kabileler daha sonraları Balkanların önemli bir kısmının
Slavlaşmasına neden olmuşlardı.
Slavlar hakkında Noemi bir diğer kaynak ise Konstantinos VII Porfirogennetos tarafından yazıldığı düşünülen De Administrando Imperio'dur. Slav tarihi ve Slavların Hristiyanligi kabul etmeleri hakkında önemli bilgiler içeren eserde kitabin 53 bölümünden 8 Dalmaçya ve Güney Slav prenslikleri hakkında önemli bilgiler vermektedir. De Administrando Imperio'nun 30 ve 31. bölümlerinde Hırvatlar ve Sırplar hakkında önemli bilgiler vermiş. Dalmaçya da yaşayan Hırvatların , Pagan-Beyaz Hırvatlardan geldigini ve Asia Minor'a dogru uzanan kisminda yasayan Vaftiz olmamis Pagan Slavlarin ise “ Sirp “ olarak adlandirildigini belirtmistir. Hırvatların hristiyanlik ile tanışmaları hakkında önemli bilgiler veren eserde Bizans İmparatoru Heraclius'un Roma'dan papazlar isteyip Dalmaçya bölgesine yolladıklarını anlatır.Sırpların ise hristiyanlikla temaslarını Hırvatlarla aynı şekilde Bizans İmparatoru tarafından Roma'dan gelen din adamları tarafından vaftiz edilip hristiyanlikla tanışmalarının yanı sıra döneminin politik olaylarını Vlastimirovic hanedanı ve Sırp Knezi Vlastimir'in Mutimir, Strojimir ve Gojnik adlı üç oğlu ile 848 yılındaki ilk Sırp-Bulgar savaşından bahseder.
Slavlar hakkında Noemi bir diğer kaynak ise Konstantinos VII Porfirogennetos tarafından yazıldığı düşünülen De Administrando Imperio'dur. Slav tarihi ve Slavların Hristiyanligi kabul etmeleri hakkında önemli bilgiler içeren eserde kitabin 53 bölümünden 8 Dalmaçya ve Güney Slav prenslikleri hakkında önemli bilgiler vermektedir. De Administrando Imperio'nun 30 ve 31. bölümlerinde Hırvatlar ve Sırplar hakkında önemli bilgiler vermiş. Dalmaçya da yaşayan Hırvatların , Pagan-Beyaz Hırvatlardan geldigini ve Asia Minor'a dogru uzanan kisminda yasayan Vaftiz olmamis Pagan Slavlarin ise “ Sirp “ olarak adlandirildigini belirtmistir. Hırvatların hristiyanlik ile tanışmaları hakkında önemli bilgiler veren eserde Bizans İmparatoru Heraclius'un Roma'dan papazlar isteyip Dalmaçya bölgesine yolladıklarını anlatır.Sırpların ise hristiyanlikla temaslarını Hırvatlarla aynı şekilde Bizans İmparatoru tarafından Roma'dan gelen din adamları tarafından vaftiz edilip hristiyanlikla tanışmalarının yanı sıra döneminin politik olaylarını Vlastimirovic hanedanı ve Sırp Knezi Vlastimir'in Mutimir, Strojimir ve Gojnik adlı üç oğlu ile 848 yılındaki ilk Sırp-Bulgar savaşından bahseder.
Slavların batı yönünden bir diğer komşusu olan ve dönemin
süper
gücü Frank İmparatorluğu döneminde yazılan Annales
Regni Francorum yani Frank yıllıklarında da Slavlar hakkında kayda değer bilgiler vardır.
Kaynaklar
The Making of the Slavs: History and Archaeology
of the Lower Danube Region C.500-700
: Florin Curta
Europe's Barbarians AD 200-600: Edward
James
De Conversione Croatorum Et Serborum: A
Lost Source: Tibor Živković
South
Slavs under the Byzantine Rule 600-1025
:Tibor Živković
Србија
у доба Немањића: од кнежевине до царства: 1168-1371: илустрована хроника Насловна
Милош Благојевић, Сретен ПетковићBatılılaşma Hareketi ve Etkisi
Rönesans ve Reform
hareketleri ile başlayan süreç ile Avrupa ilmi ve Teknolojik alanlarda
ilerlemeye başlamış ve coğrafi kesifler ile Yeni Dünyadan Altın ve Gümüş
getirerek zenginleşmeye başlamıştı.1450'de Johannes Gutenberg, Johannes Füst
ile birlikte metal harflerle basım tekniğini bularak İncili daha hızlı bir şekilde
çoğalarak okurlara ulaşmasını sağlayan matbaacılık faaliyetleri zamanla bilimin
aşamalı olarak gelişmesi ile birlikte daha geniş kitlelere ulaşmasını sağlayarak
el yazması eserlere oranla daha düşük fiyatlar ile daha geniş kitlelere yayılmasına
neden olur. Bu gibi gelişmeler ile Avrupa bilimsel ve kültürel olarak Dünyanın diğer
bölgelerinden ayrışmaya başlar. Buna karşılık Osmanlı imparatorluğuna baktığımızda
Coğrafi keşiflerin ekonomiye olumsuz etkilerinin yani sıra eğitim alanında da
bir çöküşe doğru gidildiğini görmekteyiz. Medreselerin eğitim programlarından
Aklî ve müspet bilimler çıkarılarak daha ağırlıklı olarak dinî, hukukî
bilimlerinin öğretilmesine başlayan süreç ile Osmanlı Bilim dünyasındaki gelişmeleri
takip edemeyip gerileyip eğitim bozulmaya başlamıştı. İspanyolların coğrafi
kesifleri ile eline gecen Meksika ile Peru'da çok değerli altın ve gümüş
madenleri ile bu değerli madenleri Avrupa’ya taşıması ile dünya ekonomik
tarihinde önemli sarsıntılara neden olmuş bunun bir uzantısı olan Osmanlıdaki
1593 senesinde meydana gelen büyük enflasyon Osmanlı maliyesini büyük sıkıntıya
düşürmüş ve daha önce Osmanlı toplumunun asker ve reaya olarak bilmediği bir
enflasyon paniği ve fiyatlarda büyük artışlar ile ekonominin sarsılmasına yol açmıştır.
1593-1606 arasındaki Uzun Harp dönemi ile başlayan başarısızlıkla sonuçlanan 2. Viyana Kuşatması ve Avrupalı Hıristiyan müttefiklerin zaferi ile sonuçlanan savaşlar sonunda Osmanlı tarafının bariz bir şekilde ateşli silâhların kullanımında geri kalışı ve Karlofça Antlaşması (1699) ile Pasarofça Antlaşması (1718) neticesinde Osmanlı Devleti öncelikle büyük toprak kaybına uğramış ve Batı’nın askeri taktik ve teknoloji alanındaki üstünlüğünü kabul edip özellikle bu alanda yapılan reformlarla kendini ıslah etmeyi amaçlamıştır.
Batı örnek alınarak askeri alanda önemli reformlar gerçekleştirilmesinin yanı sıra, Ordu için gereksinim duyulan askerlik eğitimi ve mühendislik eğitimi için Osmanlıların Batı harp tekniklerini Batı'dan getirttiği Humbaracı Ahmed Pasa, Baron de Tot, Fransız Bertrant ve İsveçli Ohsson gibi Avrupalı uzmanlar ordunun ıslahı ile görevlendirilmiş ve onların tavsiyeleri doğrultusunda Mühendishane-i Bahri-i Hümayun (1776), Mühendishane-i Berri-i Hümayun (1795), gibi askeri okullar açılmıştır. II. Mahmud (1808-1839) döneminde ise Yeniçeri Ocağı tasfiye edilmiş ve kıyafet alanında Batının örnek alınarak gerçekleştirdiği reformlarla Batılılaşma hızla devam etmiştir. III.Selim Dönemi’nde de olduğu gibi yine, Mekteb-i Harbiye-i Şahane (1834), askeri cerrah yetiştirmek için gereken tıp eğitimi için Tıbhane-i Amire (1827) gibi modern askeri okullar açılmış ve Askerî amaçla da olsa bu dönemde ilk kez öğrenim için Avrupa'ya çok sayıda öğrenci gönderilmiş ardından 2 Eylül 1869 tarihinde Maarif-i Umumiye nizamnamesi ile ilk ve orta tedrisatın düzenlenmesi ile eğitim batili modeller göz önüne alınarak yapılandırılmıştır.
Siyasi modernleşme bağlamında Mustafa Reşit Paşa tarafından kaleme alınan ve 3 Kasım 1839 yılında, Gülhane Parkı’nda okunarak ilan edilen Gülhane Hattı-ı Hümayun’u (Tanzimat Fermanı) sayesinde Müslim ve gayrimüslim tebaanın arasında eşitlik sağlanmış, vergi ve askeri yükümlülükler belli esaslara dayandırılarak düzenli hale getirilmiş ve yöneticilerin can ve mal güvenliği korunmuştur. 19.yy. Osmanlı’nın siyasi hayatında, Gülhane Hattı-ı Hümayun’un yanı sıra Islahat Fermanı( 1856) ile Gayrimüslimlerde tıpkı Yöneten kesim yani Müslümanlar gibi resmen devlet hizmetinde çalışmaya başlamışlardır. Örneğin Osmanlı devletinin ilk Ermeni bakanı, 1867-68’de Nafıa Nazırı (Bayındırlık Bakanı) olan Krikor Agaton Efendi ve 1878'de Hariciye Nezareti (Dışişleri Bakanlığı) görevine atanan Rum Aleksandar Karatodori Paşa bu göreve getirilen ilk gayrimüslim olmuşlardır. Tanzimat ile başlayan bu siyasal yenileşme ve reformlar sureci 23 Aralık 1876’da Kanun-i Esasi’nin ilan edilmesi ve I.Meşrutiyet ile devam etmiştir
Batılılaşma, belirtilen bu boyutlarıyla mimaride, heykel sanatında, resimde, müzikte ve Osmanlı edebiyatına da yansır. Batılılaşma donemi edebiyatına baktığımızda, Tanzimat fermanı ile beraber edebiyatta da batıya yönelmeye başlar. Gazete, Hikâye, Tiyatro, Makale, Roman gibi edebi batıya özgü yazım türleri de edebiyatımızda kullanılmaya başlanılır. Bir yayın organı olarak 1831 de çıkmaya başlayan Takvim-i Vekâyi ve yarı resmi olarak 1840 senesinde İngiliz Churchill tarafından Ceride-i Havadis, Tercüman-ı Ahvâl (1860) gibi gazeteler yayınlanmaya başlamış. Türk edebiyatı romanla ilk defa 1859 da karşılaşır. Yusuf Kâmil Paşa, Fenolen’in Telemak adlı romanı tercüme etmiş ve Edebiyatımızda İlk hikâye olma özelliği taşıyan Ahmet Mithat Efendi Letaif-i Rivayet’i yazmış ve Edebiyatımızın önemli figürlerinden olan Şinasi edebiyatımızdaki ilk Tiyatro olma özelliğini taşıyan Sair Evlenmesini yazmıştır.
19.yy Osmanlı mimarisine bakılacak olursa, tabii bir sonuç olarak Batı karakterli unsurlar, inşa edilen yapılarda görülmeye başlamıştır. Batılılaşma hareketlerinin başladığı 18.yy’da, mimaride Batı mimarisi kaynaklı Barok ve Rokoko akımları kendini gösterir. Örnek olarak 1748 senesinde I. Mahmut döneminde yapımına başlanan ve 1755 senesinde Sultan III Osman döneminde tamamlanan Nuruosmaniye camii Barok özellikler taşıması ve Osmanlı Klasik donemi mimarisi, Sinan Ekolünden kopuşu göstermesi acısından önemlidir. Batılılaşma donemi özellikleri taşıması acısından bir diğer önemli yapı olan Laleli Camii (1760-63) Nuruosmaniye camiinde olduğu gibi barok bir düzenlemeye sahiptir. Cümle kapısı tamamen dönemin barok ve rokoko özelliklerini yansıtması bu dönemde mimari normların değişmeye başladığını göstermektedir. Batılılaşmanın mimariye yansıması 19.yüzyılda da yoğun bir şekilde devam etmiştir. Avrupa ile Osmanlı arasında adeta bir köprü görevi gören gayri Müslim mimarlar Osmanlı mimarlığında önemli bir rol oynamış ve Çırağan Sarayı, Dolmabahçe Sarayı, Beylerbeyi Sarayı, Ortaköy Camii gibi yapıları Mimarlık tarihimize kazandırmışlardır.
1593-1606 arasındaki Uzun Harp dönemi ile başlayan başarısızlıkla sonuçlanan 2. Viyana Kuşatması ve Avrupalı Hıristiyan müttefiklerin zaferi ile sonuçlanan savaşlar sonunda Osmanlı tarafının bariz bir şekilde ateşli silâhların kullanımında geri kalışı ve Karlofça Antlaşması (1699) ile Pasarofça Antlaşması (1718) neticesinde Osmanlı Devleti öncelikle büyük toprak kaybına uğramış ve Batı’nın askeri taktik ve teknoloji alanındaki üstünlüğünü kabul edip özellikle bu alanda yapılan reformlarla kendini ıslah etmeyi amaçlamıştır.
Batı örnek alınarak askeri alanda önemli reformlar gerçekleştirilmesinin yanı sıra, Ordu için gereksinim duyulan askerlik eğitimi ve mühendislik eğitimi için Osmanlıların Batı harp tekniklerini Batı'dan getirttiği Humbaracı Ahmed Pasa, Baron de Tot, Fransız Bertrant ve İsveçli Ohsson gibi Avrupalı uzmanlar ordunun ıslahı ile görevlendirilmiş ve onların tavsiyeleri doğrultusunda Mühendishane-i Bahri-i Hümayun (1776), Mühendishane-i Berri-i Hümayun (1795), gibi askeri okullar açılmıştır. II. Mahmud (1808-1839) döneminde ise Yeniçeri Ocağı tasfiye edilmiş ve kıyafet alanında Batının örnek alınarak gerçekleştirdiği reformlarla Batılılaşma hızla devam etmiştir. III.Selim Dönemi’nde de olduğu gibi yine, Mekteb-i Harbiye-i Şahane (1834), askeri cerrah yetiştirmek için gereken tıp eğitimi için Tıbhane-i Amire (1827) gibi modern askeri okullar açılmış ve Askerî amaçla da olsa bu dönemde ilk kez öğrenim için Avrupa'ya çok sayıda öğrenci gönderilmiş ardından 2 Eylül 1869 tarihinde Maarif-i Umumiye nizamnamesi ile ilk ve orta tedrisatın düzenlenmesi ile eğitim batili modeller göz önüne alınarak yapılandırılmıştır.
Siyasi modernleşme bağlamında Mustafa Reşit Paşa tarafından kaleme alınan ve 3 Kasım 1839 yılında, Gülhane Parkı’nda okunarak ilan edilen Gülhane Hattı-ı Hümayun’u (Tanzimat Fermanı) sayesinde Müslim ve gayrimüslim tebaanın arasında eşitlik sağlanmış, vergi ve askeri yükümlülükler belli esaslara dayandırılarak düzenli hale getirilmiş ve yöneticilerin can ve mal güvenliği korunmuştur. 19.yy. Osmanlı’nın siyasi hayatında, Gülhane Hattı-ı Hümayun’un yanı sıra Islahat Fermanı( 1856) ile Gayrimüslimlerde tıpkı Yöneten kesim yani Müslümanlar gibi resmen devlet hizmetinde çalışmaya başlamışlardır. Örneğin Osmanlı devletinin ilk Ermeni bakanı, 1867-68’de Nafıa Nazırı (Bayındırlık Bakanı) olan Krikor Agaton Efendi ve 1878'de Hariciye Nezareti (Dışişleri Bakanlığı) görevine atanan Rum Aleksandar Karatodori Paşa bu göreve getirilen ilk gayrimüslim olmuşlardır. Tanzimat ile başlayan bu siyasal yenileşme ve reformlar sureci 23 Aralık 1876’da Kanun-i Esasi’nin ilan edilmesi ve I.Meşrutiyet ile devam etmiştir
Batılılaşma, belirtilen bu boyutlarıyla mimaride, heykel sanatında, resimde, müzikte ve Osmanlı edebiyatına da yansır. Batılılaşma donemi edebiyatına baktığımızda, Tanzimat fermanı ile beraber edebiyatta da batıya yönelmeye başlar. Gazete, Hikâye, Tiyatro, Makale, Roman gibi edebi batıya özgü yazım türleri de edebiyatımızda kullanılmaya başlanılır. Bir yayın organı olarak 1831 de çıkmaya başlayan Takvim-i Vekâyi ve yarı resmi olarak 1840 senesinde İngiliz Churchill tarafından Ceride-i Havadis, Tercüman-ı Ahvâl (1860) gibi gazeteler yayınlanmaya başlamış. Türk edebiyatı romanla ilk defa 1859 da karşılaşır. Yusuf Kâmil Paşa, Fenolen’in Telemak adlı romanı tercüme etmiş ve Edebiyatımızda İlk hikâye olma özelliği taşıyan Ahmet Mithat Efendi Letaif-i Rivayet’i yazmış ve Edebiyatımızın önemli figürlerinden olan Şinasi edebiyatımızdaki ilk Tiyatro olma özelliğini taşıyan Sair Evlenmesini yazmıştır.
19.yy Osmanlı mimarisine bakılacak olursa, tabii bir sonuç olarak Batı karakterli unsurlar, inşa edilen yapılarda görülmeye başlamıştır. Batılılaşma hareketlerinin başladığı 18.yy’da, mimaride Batı mimarisi kaynaklı Barok ve Rokoko akımları kendini gösterir. Örnek olarak 1748 senesinde I. Mahmut döneminde yapımına başlanan ve 1755 senesinde Sultan III Osman döneminde tamamlanan Nuruosmaniye camii Barok özellikler taşıması ve Osmanlı Klasik donemi mimarisi, Sinan Ekolünden kopuşu göstermesi acısından önemlidir. Batılılaşma donemi özellikleri taşıması acısından bir diğer önemli yapı olan Laleli Camii (1760-63) Nuruosmaniye camiinde olduğu gibi barok bir düzenlemeye sahiptir. Cümle kapısı tamamen dönemin barok ve rokoko özelliklerini yansıtması bu dönemde mimari normların değişmeye başladığını göstermektedir. Batılılaşmanın mimariye yansıması 19.yüzyılda da yoğun bir şekilde devam etmiştir. Avrupa ile Osmanlı arasında adeta bir köprü görevi gören gayri Müslim mimarlar Osmanlı mimarlığında önemli bir rol oynamış ve Çırağan Sarayı, Dolmabahçe Sarayı, Beylerbeyi Sarayı, Ortaköy Camii gibi yapıları Mimarlık tarihimize kazandırmışlardır.
Ayrıca Müzik alanında
da önemli gelimseler kaydedilmiş ve Donizetti'nin bando şefi olarak
görevlendirilmesi ve bestelemiş olduğu "Mecidiye" marşını resmî marş
olarak kabul edilmesi ve ilk Muzika-i Hümayun okulunun kuruluşu bu döneme
rastlar.
Batılılaşma döneminin önemli figürlerinden biri olan 28 Mehmet Çelebi'nin Paris'te Diplomatik nedenlerden dolayı bulunduğu sırada hazırladığı rapor 1721 de basılması kültür tarihimiz için önemlidir. Askeri birimler, eğitim sistemi ve Avrupa uygarlığı hakkında bilgi içeren bu raporda ayrıca sanat anlamında da bilgiler içermekteydi. Batinin Osmanlıya ve Osmanlının bati ile temasları sonucunda bati kültürü ve yasam bicimi Osmanlı elit kesimini etkilemeye başlar. Bunun sonucu olarak Yazılan elyazmalarını resimlemek amacı ile kullanılan minyatür sanatı Matbaanın, İbrahim Mutefferika ile başlaması ve sonraki yüzyıllarda etkinlik kazanmaya başlaması ile etkisini kaybetmeye başlamıştır. 18.yy’da Yapıların üzerine betimlenen duvar resimleri donemin sanat beğenisini göstermesi acısından önemlidir. Avrupa’daki taze sıva üzerine boyalarla yapılan Fresko tekniğini yerine Osmanlıda Teknik olarak kalem isi tekniği yani kuru sıva veya ashap üzerine tutkal yada su ile karıştırılan boyalarla resim yapılmakta idi. Ağırlıklı olarak manzara veya natürmortlar yapıldığı Kalem isi duvar nakkaşlığında bitkisel ve geometrik motiflerden oluşan bezemeler betimlenmiştir. Daha sonraki yüzyıllarda Askeri ressamlar ve Osman Hamdi gibi resim sanatının önemli figürleri yağlıboya tekniği ilen tuval üzerine resmin gelişiminde önemli katkılarda bulunmuşlardır.
Batılılaşma döneminin önemli figürlerinden biri olan 28 Mehmet Çelebi'nin Paris'te Diplomatik nedenlerden dolayı bulunduğu sırada hazırladığı rapor 1721 de basılması kültür tarihimiz için önemlidir. Askeri birimler, eğitim sistemi ve Avrupa uygarlığı hakkında bilgi içeren bu raporda ayrıca sanat anlamında da bilgiler içermekteydi. Batinin Osmanlıya ve Osmanlının bati ile temasları sonucunda bati kültürü ve yasam bicimi Osmanlı elit kesimini etkilemeye başlar. Bunun sonucu olarak Yazılan elyazmalarını resimlemek amacı ile kullanılan minyatür sanatı Matbaanın, İbrahim Mutefferika ile başlaması ve sonraki yüzyıllarda etkinlik kazanmaya başlaması ile etkisini kaybetmeye başlamıştır. 18.yy’da Yapıların üzerine betimlenen duvar resimleri donemin sanat beğenisini göstermesi acısından önemlidir. Avrupa’daki taze sıva üzerine boyalarla yapılan Fresko tekniğini yerine Osmanlıda Teknik olarak kalem isi tekniği yani kuru sıva veya ashap üzerine tutkal yada su ile karıştırılan boyalarla resim yapılmakta idi. Ağırlıklı olarak manzara veya natürmortlar yapıldığı Kalem isi duvar nakkaşlığında bitkisel ve geometrik motiflerden oluşan bezemeler betimlenmiştir. Daha sonraki yüzyıllarda Askeri ressamlar ve Osman Hamdi gibi resim sanatının önemli figürleri yağlıboya tekniği ilen tuval üzerine resmin gelişiminde önemli katkılarda bulunmuşlardır.
Kaynaklar
1 Cumhuriyet öncesi ve sonrası matbaa ve basın sanayii : Alpay Kabacalı 1998
2 Cehaletin Eserleri : Celal Şengör : Bilim Teknoloji (Cumhuriyet) sayı:1258
3 Tarih Sohbetleri Yılmaz Öztuna : Ötüken,1998.
4 Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla : Leo Huberman
5 Genel Türk tarihi, 6 : Hasan Celâl Güzel, Ali Birinci , Yeni Türkiye, 2002
6 Yahya AKYÜZ:Türk Eğitim Tarihi s:66–73 İstanbul, 1999
7 A Military History of the Ottomans: From Osman to Atatürk : Mesut Uyar,Edward J. Erickson
8 Türkiye Teşkilat
ve İdare Tarihi : İlber Ortaylı
9 Türkiye^de kültür
buhranı: sebepleri ve çareleri : Nahid Dinçer
10 Tarihimiz ve biz :
İlber Ortaylı
11 Ottoman Civil
Officialdom: A Social History By Carter Vaughn Findley
12 Essays in Ottoman and Turkish History,
1774-1923: The Impact of the West
: Roderic H. Davison
13 Resimli Turk Edebiyati Tarihi : Nihat Sami Banarli
14 Tanzimat dönemi
edebiyatı : Saadettin Yıldız
15 Johannes
Gutenberg: Printing Press Innovator : Sue Vander Hook
16 Osmanlı'yı Yeniden
Keşfetmek : İlber Ortaylı
17 Osmanlı mimarisi :
Doğan Kuban
18 Tanzimat: değişim
sürecinde Osmanlı İmparatorluğu : Halil
İnalcık, Mehmet Seyitdanlıoğlu
19 Donizetti Paşa :
Emre Aracı
20 The Music Makers
in Turkey : Ahmet Say
21 Batılılaşma
döneminde Türk resim sanatı, 1700-1850 : Günsel Renda
22 Ottoman Painting:
Reflections of Western Art from the Ottoman Empire to the Turkish Republic :
Wendy M. K. Shaw
1960’lı Yıllarda Türk Sineması
Evrensel bir hayat önerisi ile çıkan
modernleşme
hareketi, endüstrileşmeyle
başat
olarak ilerlediği
ve kaynağını
ondan aldığı
için, sanayileşmede
geciken ülkelerde, yerel şartlara bağlı bir süreç işlemiştir. Türkiye gibi sanayisi ve teknolojisi az gelişmiş ülkelerde, bu geri
kalmışlık,
devlet eliyle geliştirilen
“modernleşme”
çabalarını “Batılılaşma”
olarak ortaya koymuştur.
Bu süreçte hızla değişmek zorunda kalan toplum
içinde ekonomik farkların yarattığı sınıflar oluşmuş, kentler plansız bir büyümenin içine girmiştir. Tarımsal faaliyetin
ikinci plana atılması, kentlere yapılan yatırımları arttırmış bu
da yoksullaşan
köylünün kentlere göçünü zorunlu hale getirmiştir. Göç eden insanlar işsiz, topraksız, yoksul köylü ya da taşra kentlerinde yaşayan, daha iyi bir hayat
kurma çabasıyla kente gelen insanlardır. Bu insanların ortak nitelikleri
ekonomik sıkıntı içinde olmaları ve is bulmak ve kurmakta zorluk çekmeleridir. Herhangi bir
becerileri ya da nitelikleri yoktur. Büyük kentteki kimlikleri vasıfsız iş gücüdür.
1964 yılında çekilen Gurbet Kuşlarında göçün en temel
nedeni yeni ve iyi bir hayata duyulan özlem, 1978 yılında çekilen Sürü filminde
göçün nedeni çaresizlik ve sıra dışı islerle yaratılan istihdamdan yararlanmaktır. Bu da göç
etme nedenlerinin zaman içinde ülkede değişiklikler gösterdiğinin bir kanıtıdır. Göç eden insanlar kendi
kültürlerini, kırsallığın
verdiği
geleneksel ilişki
biçimlerini kent hayatına da taşımışlardır. Kent merkezlerinde yer edinemeyen bu
göçmenler, bos buldukları,
kent merkezine en yakın alanlara “gecekondu” diye nitelenen sağlıksız konutlar yaparak
yerleşmişlerdir. Kentlerin fiziki
yapısını etkileyen bu yapılaşma biçiminin yanında, taşradan göç edenlerin yasam biçimleri de kent yaşantısı içine dâhil olmaktadır. Karşılıklı etkileşim içinde olan kır ve
kent yasam
biçimleri birbirlerinden etkilenmişler ve kentsel yasamı heterojen bir yapı haline getirmişlerdir. Bu heterojenlik
keskin ayrımlar olarak hem fiziki çevreden hem de sosyal hayatın geçtiği gündelik eylem
biçimlerinden okunmaktadır.
İstanbul ve Ankara ayrımı bu iki filmde de net olarak
gözükmektedir. Tarihi birikimine dayalı olarak zengin bir yapılı çevreye,
denizle kurduğu
ilişkiler
bakımından nadir coğrafi
özelliklere sahip olan İstanbul, filmlerde de bu imgeler üzerinden
aktarılmaktadır. Kentle ilk karsılaşma anlarının altının çizilerek verilmesi toplumsal
hafızada kayıtlı İstanbul
imgelerine karşılık
gelmektedir. İstanbul
karmaşıklı
düzeyi fazla, eğlence
ve tüketim ilişkileri
gelişmiş yapısıyla
ve özellikle de iş olanaklarıyla çekici
bir merkezdir. (Gurbet Kuşları)
Buna karsın
Sürü filminde de öne sürüldüğü gibi, Ankara İstanbul’dan çok farklı imgelerle görselleştirilmiştir. İki kentte ortak olarak
gecekondu ve çöküntü mahalleleri oluşmuş olsa da, kent merkezine ve dolayısıyla kentin gündelik
hayatının niteliğine yapılan
vurgular değişiktir. Ankara’nın başkent olarak
seçilmesinden sonra, kentte uygulanan planlama ve imar operasyonları, kente
devletin ideolojisini ve otoritesini hissettiren bir yapı örüntüsü katmıştır. Kamu kuruluşları binaları, bankalar
gibi binaların kent merkezindeki konumlanmaları toplumsal hafıza içinde
kaydedilmiş Ankara
imgeleridir: Ankara planlanmış, düzenli bir sistemin etkisi altında yapılandırılmaya
çalışılmıştır. Bu farklılaşmalara rağmen göçün yarattığı çöküntü
alanlarında İstanbul’a
benzer yapılaşmalar
görülmektedir. İki
filmde de bu alanlara ve yaşamlara dikkat çekilmektedir. Bu da göçmenlerin
topluluklar halinde, yerleşilen alanlarda ve mahallerde küçük köyler, kırsal
kentler yarattıklarının bir göstergesidir.
Kadınların aile ve toplumsal hayat
içindeki, ikinci planda olan konumu göçle birlikte kente de taşınmıştır. Kadın erkeğin egemenliği altında, ezilen, söz
hakkı olmayan bir roldedir. (Gurbet Kuşları, 1964). Ekonomik özgürlüğü de olmayan kadınlar
genellikle çalışma
hayatı içinde de bulunmazlar. Kendi bireysel hayatlarını kurabilen kadınlar ise
ya eğitim
almış ve
ekonomik özgürlüğü
olan kadınlardır ya da fahişelik yaparak hayatlarını kazanmaktadırlar. (Gurbet Kuşları, 1964).Gurbet Kuşları’nda kentte
tutunabilmenin tek yolunun, kentin nimetlerinden faydalanabilmek adına “uyanık
ve akıllı” olunması yönündedir. Uysa bu uyanıklık hali, aslında toplumsal çöküşün ortaya koyduğu “haybecilik, kolay
yoldan para kazanma” gibi değerlere karşılık gelmektedir. Bu değerlerden uzak bir şekilde yaşamını kurabilen karakter filmde taarruza geçerek kent
içinde başarıya
ulaşmış olarak
verilmiştir.
Buna karşın
benzer bir aklı yürütemeyen aile, geri çekilmiş ve geri dönmüşlerdir. Haybeci karakterinin bu tavrı yabancılaşma kavramına denk olan
“yanlış bilinç”
ile açıklanabilir. Kendi bulunduğu durumun farkında olmayarak, yani haksız yoldan para
ve itibar kazanıyor olması, bir görelilikle açıklanabilir. Değerlerini bu yönde geliştirmesi bireyin bir
anlamda özüne, çevresel ilişkilerine yabancılaşması anlamına gelmektedir.
Bireyin göçle birlikte yasadığı temel sıkıntılardan
olan kent yaşamına
uyum sağlayamama
ve bu noktada kendi kimliğini
ortaya koyamam sorunu yabancılaşma örneklerindendir. Gurbet Kuşları filminde, her türlü
riski göze alarak bir ötekiyle karşılaşmasını cinsellik üzerine kuran aile fertleri, bu
kararlılığı
hatalarına rağmen
telafi etme yolunu seçmezler. Toplumsal ahlak kuralları her zaman baskıcı
halini birey üzerinde taşımaktadır.
Sürü filminde ise kaybedecek bir şeyleri olmasına rağmen, yenik bir şekilde kente gelen topluluğun bireyleri, bu birliğin gücünü kent içinde
sürdüremezler, ilişkiler
sarsılır ve birey yalnızlaşarak tüm gücünü kaybeder. Bu topluluk içindeki bireyin
sahip olduğu
yabancılaşmasına
karşılık
gelmektedir.
Referanslar
Türlerle Türk Sineması: Dönemler, Modalar, Tiplemeler , Agâh Özgüç
Türk sineması tarihi , Oğuz Makal
Ideology in Turkish Cinema , Mustafa Mencutekin
Subscribe to:
Posts (Atom)