Monday, January 18, 2016

Modern Zamanlar: Kısa Bir İnceleme

İnsanın sahip olduğu en değerli özelliği yaşayabilmesidir fakat ‘yaşayabilmek’ sadece biyolojik bir varlık olmak, nefes alıp biyolojik ihtiyaçlarını girmek değildir. Yaşamaktan çok daha önemli bir husus ‘nasıl yaşadığımızdır’. Eğer dünyaya gelmek kavramının bize sunulan büyük bir şans olduğu varsayımında bulunur isek, biz insanlar bu şansı nasıl değerlendiriyoruz ? Fazla felsefi yorumlamalarda bulunmadan dünyaya gelmiş olma tesadüfü ve bunun bir getirisi olan ‘ömür’ diye nitelendirilen yaşam sınırları içerisinde gerçekten ‘insan olabilmek’ durumunu tam anlamıyla yerine getirebiliyor muyuz? Aslında ‘tarih içindeki insan’ şeklinde kısa bir inceleme yaptığımızda, modernleşen dünya ve hayat şartlarının ilerleyen yıllar sonucu daha insancıl bir hal aldığını söylemek mümkün. Fakat farklı bir bakış açısı ile baktığımızda milyonların hayatını basitleştirip ya da çalıp, küçük bir zümreyi iktisadi olarak yükselten Endüstri Devrimi de bir modernleşme değil midir ? Ben bu sorunsalı tarih içindeki insanın inişli – çıkışlı yaşama standartlarına bağlıyorum. Çünkü insanın hemen hemen her zaman belli bir zümre ya da tek bir kişinin siyasi, askeri, iktisadi gücünü kullanıp yönetme yetkisi ile sınırlandırıldığını, klasik bir tabir ile ‘belli bir çizgide ilerleme’ ya da ‘belli bir kalıpta ilerleme’ zorunluluğuna sokulduğunu düşünüyorum. Bu sayede tarih boyunca yönetme yetkisi olan kesimin doğru veya yanlış verdikleri kararlar sadece onları değil sayıca kat kat üstün yönetilen kesimin de hayatını etkilemiştir. Bu sayede tarih içinde bilim alanında yol kat etmiş olan büyük uygarlıkları birkaç asır sonra başka bir uygarlığın sömürgesi haline gelmiş olduğunu görüyoruz. Bunun açık sebebi yönetenlerin verdikleri kararların halkı doğrudan etkilemesidir.

    Az önce bahsettiğim iniş – çıkış kavramını bu şekilde örneklendirdikten sonra asıl noktaya dönmek istiyorum. Endüstri Devrimi gibi tarihin akışını değiştiren bir olaya sadece işçilerin, Marx’ın deyişiyle proletarya sınıfının gözünden bakıp yorumlamanın haksız bir eleştiri olacağını düşünüyorum. Bunu düşünmemin başlıca sebeplerinden birisi Endüstri Devrimi sonucu insanlık için açılan kapıların, insanı çok daha ileri bir kademeye getirdiğini söylemek gayet mümkün. İleri kademeden kastım insanın hayatını kolaylaştırmak gibi basit örnekler. Endüstri Devriminin bizleri daha ‘pratik’ bir hayata sürüklediği gerçeğini inkar etmek kesinlikle doğru olmazdı. Daha pratik, daha işlerin daha kolay halledildiği bir hayat. Korkunç bir tüketim alışkanlığının olduğu bu çağda daha pratik bir hayat, işlerin kolayca halledilmesi, insanın hayatını kolaylaştıran hemen hemen her şeyin saniyede binlercesini üreten seri üretim tarzı. Her geçen yılda hızlı bir şekilde büyüyen nüfusa karşı daha hızlı üretim, büyüyen nüfusun ihtiyaçlarını karşılama zorunluluğu. Bu şekilde değerlendirdiğimiz zaman Endüstri Devrimi’ni bir zorunluluk, çağın bir gereği olarak görmemiz gerekir. Önemli olan nokta ise bu daha pratik, daha hızlı, daha kolay bir hayat diye nitelendirdiğimiz bu olayın bedeli ne idi ? Bu sorunun cevabına hiç tereddüte düşmeden ‘başka hayatlar’ cevabını verebilirim. Yazıma başlarken söylediğim ‘insan olabilmek’ kavramının tam tersini bu perspektiften gözlemleyebiliyoruz. Düşünebilen, sorgulayabilen, sevmek, aşık olmak, üzülmek, kaygılanmak gibi duygulara sahip olan insanın, çok net ve durumu tam anlamıyla karşılayan bir tabir ile ‘makine’ halini alması.

    Endüstri Devriminin tonluk makineler, makara sitemleri vs. dışında günümüze bıraktığı en büyük miras fizik gücünün, kas gücünün ön plana çıktığı bir insan modeli idi. Fiziksel gücü el verdikçe maksimum çabukluğa ulaşıp çalışmak, iş yapmak. Marx'ın literatüre kazandırdığı kellime ile açıklayacak olursak, korkunç bir metafetişizm. İnsanın çalışan bir kas yığınına ya da bir robota dönüşmesi. Asıl huzurlu hayat dileklerini emeklilik zamanlarına saklayıp, yaşlılık dönemlerinde emekli olduklarında hastalıklarla boğuşan kendini avutan sayısız insanlar. Vahim olan durum bunun gerekli bir gidişat olması ya da öyle gösterilmesi. Çalışmayana ekmek yok, çalışmayan hata tutunamaz mantığı. Fakat bu şekilde çalışmak basit bir şekilde sadece insanın robotlaştırıyor. Acımasızca. Modern Zamanlar ya da daha Türkçe bir biçimde Asri Zamanlar filminde de nükteyle belirtilen noktalar ‘insanın metafetişizm evresine geçişi.’ İnsanların seri bir şekilde vidalama işlemi yaparken yanındaki çalışan kişinin kıyafetinin düğmesine de aynı işlemi uygulamaya çalıştığı, programlanmış insanların robotlar gibi hareket ettiği, mükemmel bir disiplinle işe gittiği bir dünya. Bu işe ilerleyiş sahnesinde yapılan koyun benzetmesi insanların o durumlarını açıklayan bir iğneleme. İnsanların insan olduğunu unutması. Korkunç boyutlara ulaşmış bir bedensel kölelik. İşçilerin bedensel olarak kölelik icra ettikleri bu esnada ise ‘President’ diye nitelendirilen yöneticinin kendi keyfinde olması dikkat edilmesi gereken bir nokta. İnsanlar artık o kadar abartılı bir biçimde robot halini almışlar ki sokakta gördüğü bir kadını kovalama teşebbüsünde bulunabiliyor. Diğer göze çarpan nokta ise Charlie Chaplin’in polisten kaçtığı sırada bile garip bir makinede fabrikada giriş onayı yapması. Polisten kaçmak gibi aksiyona sahip olan bir durumda bile bunu yapma gereği duymak insanların duygusuz bir beden halini almış olduklarını net bir şekilde açıklıyor. Daha sonralarda Charlie Chaplin’in iyi niyetli davranmasına rağmen trajikomik bir biçimde elinde bulundurduğu bayrak gerekçesiyle komünist lider ilan edilmesi dönemin Amerika Birleşik Devletleri politikasını da eleştiriyor. Sorgusuz sualsiz apar topar bir günümüzde çöp kamyonlarına çöpçülerin bindiği gibi binmiş olan polislerin olduğu bir araca bindirilip götürülüyor. Belki çok dikkat çekici bir nokta değil fakat Paulette Goddard’ın canlandırdığı kimsesiz sokak kızının yaşı geçmiş olan babasının iş bulamama sorunu yaşıyor olması fiziksel gücünü kaybetmiş olan insanların adeta aşağılayıcı bir biçimde kullanıp atılıyor olduğu gerçeğine ayna tutuyor. Aynı zamanda insanların hapishanede bile daha mutlu olduğunu söylemek mümkün çünkü Charlie Chaplin hapishanede kalmak istediğini söylüyor. Filmin ilerleyen sahnelerinde kızın bulduğu derme çatma dokunulsa kırılacak halde olan evin ‘paradise’ diye nitelendirilmesi, insanların dünyasının ne kadar küçük olduğunun bir göstergesi. ‘Can you imagine a little home ? ‘ diye hayal kurmaları ama hiçbir şeye sahip olamamaları üzücü olan diğer bir nokta. Bir sahnede göze çarpan diğer bir nokta ise Charlie Chaplin’in makinede sıkışmış olan iş arkadaşını kurtarmaya çalıştığı noktada yemek paydosu zilini çalmasıyla daha önce de belirtmiş olduğum gibi bir robot misali yemek yemeye gitme teşebbüsü trajikomik bir durumdu ve sistemin insanları nasıl insanlıktan uzaklaştırdığının net bir örneğiydi. İlerleyen sahnelerde Charlie Chaplin’in işe girdiği yerde smokin giyen orta yaşlı birisine yemek servisi yaptığı sırada aniden dansa kalkan insanların arasında kaybolması ve bu durumda hiçbir suçu olmayan çalışanın bile yemeğini bekleyen kişi tarafından suçlu gösterilmesi ve ona kızılması, insanları hor görmektir. İnsanların para kazanma hayatına devam edebilme gerçeğini kullanıp, ‘her zaman işçi haksızdır’ şeklinde yapılan yorumlar. Ama her şeye rağmen insanların bunlara katlanıp gülümsemeye ve hayattan zevk almaya çabalamaları. Trajik bir durum. İnsanların makine şeklinde çalışma temposu düzeni sadece üretim yerlerinde, fabrikalarda gerçekleşmesi belki acımasızca diye nitelendirilen bu durumu hafifletebilirdi. Fakat fabrika temposu insanın hayatıyla bütünleşmişti. İnsanların belli bir disiplinde yürüyüşü, hareket edişi… İnsanın insan olmaktan çıkıp robotlaştığı ve daha da kötüsü ‘kendini robot olarak gördüğü’ bir basitleştirmede bulunması. Acımasızca.

        Filmi genel olarak bu şekilde yorumlayabiliriz fakat filmin tek eleştiri noktası bu değildi. İki, üç asır önce gerçekleşen bu devrimin günümüzde de işleyişini kaybetmemiş olması da başka bir eleştiri noktasıydı. Aynı zamanda hükümet politikası olarak gördüğü ve seçim vaatlerinde sıkça belirttiği köleciliğe karşı olmasıyla bilinen zamanın Amerika Birleşik Devletleri lideri Abraham Lincoln’ün portresinin Charlie Chaplin hapishanedeki odasında oturduğu sırada arkada belirmesi, günün şartlarıyla değerlendirildiğinde korkunç bir çelişki idi. Bu kölecilik değil de neydi ? İnsanların halini değerlendirdiğimizde bunun bir kölecilik olduğunu söyleyebiliriz. Daha doğrusu ‘ Modern Kölecilik’. Durumun içler acısı olduğunu görmek mümkün. Ama diğer bir bakış açısıyla değerlendirdiğimiz zaman bunun bir gereklilik olduğunu söyleyebiliriz. Bunu çağın bir gereği olarak görmek de mümkün. Önemli olan insanların çalışma şartlarının insanların sahip oldukları bedenlere uygun olup olmama durumudur. Şuan burada kesin bir biçimde Endüstriyel gelişmelere karşı olduğumuzu belirtmek yanlış bir yaklaşım olur. Bu sebeple olması gereken bu kapitalist düzende üretim araçlarına sahip olan yöneticilerin, ya da filmde belirtildiği gibi ‘President’ diye nitelendirilen kişilerin işçi sınıfına daha insancıl yaklaşmasıdır. İktisadi hırsı bir kenara bırakıp öncelik olarak işini yapan insanları düşünmelidir. Fakat çağımızda bu ne kadar mümkün, orası tartışılır. Sistemin en acımasız noktası ise sisteme dahil olma, sistemin bir parçası olma zorunluluğudur. Sitemin dışında kalan insanların ezildiği acımasız bir sistem. Modern zamanlar ve modern kölecelik.

Mustafa UNLUSOY

Monday, January 11, 2016

Perzijski Rukopisi - Iranska Umjetnost










Perzijski Tepisi










Şamlı Aziz Yuhanna ( 672-776 )

Emeviler doneminde yaşayan Şamlı Aziz Yuhanna, Emeviler devrinin önemli memurlarından Sergius Mansur'un oğlu olarak 672 yılında dünyaya gelmiştir.Dedesi de babası gibi devrinin önemli kişilerden biri olan Şamlı Aziz Yuhanna, Emevi halifelerinden Abdul-melik ( 685-705 ) ve I. Velid devrinde Emevi devleti adına önemli görevlerde bulunmuştur.



Daha sonra bu önemli görevlerinden ayrılarak Kudus yakınlarındaki Mar ( Aziz ) Saba manastırına kapanarak Hıristiyan Teolojisi için çok önemli eserler ve Hıristiyan liturjisinde hala kullanılan bir çok ilahi eser vermiştir.Aziz Yuhanna'nin Ortodoks dünyası için önemli olmasının bir diğer sebebi ise 8. Yüzyılda Bizans devletinde etkili olan ve sanat tarihi için mühim bir olay olarak kabul edilen İkonalar ve Dini içerikli figürlerin manastır, kilise ve katedrallerden kaldırılması ve yok edilmesi gereği ile ortaya çıkan Ikonaklazm akımına karşı İkonaların Hıristiyan liturjisinde önemli bir yeri olduğunu savunmuştur.


Kaynaklar

Ohridski Prolog : Aziz Vladika Nikolaj
Fathers of the Church: Writings , St. John of Damascus - Translated by Frederic H.Chase

Slav El Yazmaları

6.yüzyıldan itibaren Slavlar, kabileler halinde Tuna nehri boyunca ilerleyerek Balkanlara yerleşmeye başlamışlardı.7. Yüzyılda artık Balkan coğrafyası Slav kabilelerinin fethi ile coğrafyası diye anılmaya başlamıştır. Slavların Bizans kuvvetlerine rağmen, 614 senesinde Edirneye kadar gelmişler ve Selanik şehrinini üç defa kuşatmışlardır. Bugün Ispanya'da bulunan 754 yılına tarihlenen latin dilinde yazılmış olan kronikte ( Chronicle of 754 ) Bizans Imparatoru Heraklius döneminde Slavların Yunanistan yarımadasını ele geçirdiğini belirtmiştir. Sırplar ve Hırvatlar 7. yüzyıldan itibaren balkanlarda teşkilatlanarak ve bazı tarihi kaynaklarda 8-9 yüzyıl itibari ile güçlenmeye başlamış önemli Sırp ve Hırvat knezlerinin isimleri geçmeye başlamıştır. Viseslav, Radoslav ve Prosigoj gibi ilk Sırp knezlerinin yani sıra Ljudevit Posavski, Tripimir gibi ilk Hırvat knezleri olarak bazı tarihi kaynaklarda isimleri zikredilmiştir. Bir Bizans eseri olan Aziz Demetrius'un mucizeleri adli eserde Slavlar genel adi ile Balkan coğrafyasına yerleşen ilk Slav kabilelerinin isimlerini zikreder. Drogubites, Sagudates, Velezgetes, Bajunetes, Berzetes gibi Slav gruplarının ismini vererek Selanik şehrini kuşatmasını anlatan Aziz Demetrius'un mucizeleri adli kitapta bu Slav kabilelerinin birçok yeri ele geçirmesine ragmen Selanik şehrinin düşmemesinin Aziz Demetrius'un bir mucizesi olarak kitabin ikinci cildinde belirtmiştir.



Balkan toprakları Slavların bölgeyi fethedişinden önce Bizans toprakları içinde yer almaktaydı. Bizans döneminde Balkanlar Moesia, Macedonia, Pannonia, Illyrium, Dalmatia adlarıyla bölgeler seklinde Bizans İmparatorluğunun Avrupa kıtasındaki eyaletlerini teşkil etmekteydi. Bölgenin kadim halklarından Traklar, Dacyalilar, Iliryalilar gibi halklar Slavların bölgeyi ele geçirmesinden sonra Slavların bölgeyi asimile etmesinden dolayı bir kısmı Slavların yönetiminde asimile olup Slavlaşmışlardır.Balkan Coğrafyasına yerleşen Slav kabilelerinden Ezerites, Melingoi, Belegezites, Smolyani kabileleri Yunanistan yarımadasına , Draguvites, Recchines, Sagudates, Strymonites, Vajunites, Berziti kabileleri Makedonya civarına , Braničevci, Timočani kabileleri Sırbistana, Travunians kabilesi Hersek ve batı Karadag topraklarina, Zagorites, Zachumliani, Kanalites, Narentines, Dalmacya bolgesine Carantanians Slovenya, Docleani Guney Karadag, Guduscani Hırvatistan topraklarına yerleşen ilk Slav topluluklarıdır. Bu kabileler daha sonraları Balkanların önemli bir kısmının Slavlaşmasına neden olmuşlardı.


Slavlar hakkında Noemi bir diğer kaynak ise Konstantinos VII Porfirogennetos tarafından yazıldığı düşünülen  De Administrando Imperio'dur. Slav tarihi ve Slavların Hristiyanligi kabul etmeleri hakkında önemli bilgiler içeren eserde kitabin 53 bölümünden 8 Dalmaçya ve Güney Slav prenslikleri hakkında önemli bilgiler vermektedir. De Administrando Imperio'nun 30 ve 31. bölümlerinde Hırvatlar ve Sırplar hakkında önemli bilgiler vermiş. Dalmaçya da yaşayan Hırvatların , Pagan-Beyaz Hırvatlardan geldigini ve Asia Minor'a dogru uzanan kisminda yasayan Vaftiz olmamis Pagan Slavlarin ise  “ Sirp “ olarak adlandirildigini belirtmistir. Hırvatların hristiyanlik ile tanışmaları hakkında önemli bilgiler veren eserde Bizans İmparatoru Heraclius'un Roma'dan papazlar isteyip Dalmaçya bölgesine yolladıklarını anlatır.Sırpların ise hristiyanlikla temaslarını Hırvatlarla aynı şekilde Bizans İmparatoru tarafından  Roma'dan gelen din adamları tarafından vaftiz edilip hristiyanlikla tanışmalarının yanı sıra döneminin politik olaylarını Vlastimirovic hanedanı ve Sırp Knezi Vlastimir'in Mutimir, Strojimir ve Gojnik adlı üç oğlu ile 848 yılındaki ilk Sırp-Bulgar savaşından bahseder.

Slavların batı yönünden bir diğer komşusu olan ve dönemin süper gücü Frank İmparatorluğu döneminde yazılan Annales Regni Francorum yani Frank yıllıklarında da Slavlar hakkında kayda değer bilgiler vardır.



Kaynaklar

The Making of the Slavs: History and Archaeology of the Lower Danube Region C.500-700
: Florin Curta
Europe's Barbarians AD 200-600: Edward James
De Conversione Croatorum Et Serborum: A Lost Source: Tibor Živković
South Slavs under the Byzantine Rule 600-1025  :Tibor Živković
Србија у доба Немањића: од кнежевине до царства: 1168-1371: илустрована хроника Насловна Милош Благојевић, Сретен Петковић

Batılılaşma Hareketi ve Etkisi

Rönesans ve Reform hareketleri ile başlayan süreç ile Avrupa ilmi ve Teknolojik alanlarda ilerlemeye başlamış ve coğrafi kesifler ile Yeni Dünyadan Altın ve Gümüş getirerek zenginleşmeye başlamıştı.1450'de Johannes Gutenberg, Johannes Füst ile birlikte metal harflerle basım tekniğini bularak İncili daha hızlı bir şekilde çoğalarak okurlara ulaşmasını sağlayan matbaacılık faaliyetleri zamanla bilimin aşamalı olarak gelişmesi ile birlikte daha geniş kitlelere ulaşmasını sağlayarak el yazması eserlere oranla daha düşük fiyatlar ile daha geniş kitlelere yayılmasına neden olur. Bu gibi gelişmeler ile Avrupa bilimsel ve kültürel olarak Dünyanın diğer bölgelerinden ayrışmaya başlar. Buna karşılık Osmanlı imparatorluğuna baktığımızda Coğrafi keşiflerin ekonomiye olumsuz etkilerinin yani sıra eğitim alanında da bir çöküşe doğru gidildiğini görmekteyiz. Medreselerin eğitim programlarından Aklî ve müspet bilimler çıkarılarak daha ağırlıklı olarak dinî, hukukî bilimlerinin öğretilmesine başlayan süreç ile Osmanlı Bilim dünyasındaki gelişmeleri takip edemeyip gerileyip eğitim bozulmaya başlamıştı. İspanyolların coğrafi kesifleri ile eline gecen Meksika ile Peru'da çok değerli altın ve gümüş madenleri ile bu değerli madenleri Avrupa’ya taşıması ile dünya ekonomik tarihinde önemli sarsıntılara neden olmuş bunun bir uzantısı olan Osmanlıdaki 1593 senesinde meydana gelen büyük enflasyon Osmanlı maliyesini büyük sıkıntıya düşürmüş ve daha önce Osmanlı toplumunun asker ve reaya olarak bilmediği bir enflasyon paniği ve fiyatlarda büyük artışlar ile ekonominin sarsılmasına yol açmıştır.

1593-1606 arasındaki Uzun Harp dönemi ile başlayan başarısızlıkla sonuçlanan 2. Viyana Kuşatması ve Avrupalı Hıristiyan müttefiklerin zaferi ile sonuçlanan savaşlar sonunda Osmanlı tarafının bariz bir şekilde ateşli silâhların kullanımında geri kalışı ve Karlofça Antlaşması (1699) ile Pasarofça Antlaşması (1718) neticesinde Osmanlı Devleti öncelikle büyük toprak kaybına uğramış ve Batı’nın askeri taktik ve teknoloji alanındaki üstünlüğünü kabul edip özellikle bu alanda yapılan reformlarla kendini ıslah etmeyi amaçlamıştır.


Batı örnek alınarak askeri alanda önemli reformlar gerçekleştirilmesinin yanı sıra, Ordu için gereksinim duyulan askerlik eğitimi ve mühendislik eğitimi için Osmanlıların Batı harp tekniklerini Batı'dan getirttiği Humbaracı Ahmed Pasa, Baron de Tot, Fransız Bertrant ve İsveçli Ohsson gibi Avrupalı uzmanlar ordunun ıslahı ile görevlendirilmiş ve onların tavsiyeleri doğrultusunda Mühendishane-i Bahri-i Hümayun (1776), Mühendishane-i Berri-i Hümayun (1795), gibi askeri okullar açılmıştır. II. Mahmud (1808-1839) döneminde ise Yeniçeri Ocağı tasfiye edilmiş ve kıyafet alanında Batının örnek alınarak gerçekleştirdiği reformlarla Batılılaşma hızla devam etmiştir. III.Selim Dönemi’nde de olduğu gibi yine, Mekteb-i Harbiye-i Şahane (1834), askeri cerrah yetiştirmek için gereken tıp eğitimi için Tıbhane-i Amire (1827) gibi modern askeri okullar açılmış ve Askerî amaçla da olsa bu dönemde ilk kez öğrenim için Avrupa'ya çok sayıda öğrenci gönderilmiş ardından 2 Eylül 1869 tarihinde
Maarif-i Umumiye nizamnamesi ile ilk ve orta tedrisatın düzenlenmesi ile eğitim batili modeller göz önüne alınarak yapılandırılmıştır.


Siyasi modernleşme bağlamında Mustafa Reşit Paşa tarafından kaleme alınan ve 3 Kasım 1839 yılında, Gülhane Parkı’nda okunarak ilan edilen Gülhane Hattı-ı Hümayun’u (Tanzimat Fermanı) sayesinde Müslim ve gayrimüslim tebaanın arasında eşitlik sağlanmış, vergi ve askeri yükümlülükler belli esaslara dayandırılarak düzenli hale getirilmiş ve yöneticilerin can ve mal güvenliği korunmuştur. 19.yy. Osmanlı’nın siyasi hayatında, Gülhane Hattı-ı Hümayun’un yanı sıra Islahat Fermanı( 1856) ile Gayrimüslimlerde tıpkı Yöneten kesim yani Müslümanlar gibi resmen devlet hizmetinde çalışmaya başlamışlardır. Örneğin Osmanlı devletinin ilk Ermeni bakanı, 1867-68’de Nafıa Nazırı (Bayındırlık Bakanı) olan Krikor Agaton Efendi ve 1878'de Hariciye Nezareti (Dışişleri Bakanlığı) görevine atanan Rum Aleksandar Karatodori Paşa bu göreve getirilen ilk gayrimüslim olmuşlardır. Tanzimat ile başlayan bu siyasal yenileşme ve reformlar sureci 23 Aralık 1876’da Kanun-i Esasi’nin ilan edilmesi ve I.Meşrutiyet ile devam etmiştir


Batılılaşma, belirtilen bu boyutlarıyla mimaride, heykel sanatında, resimde, müzikte ve Osmanlı edebiyatına da yansır. Batılılaşma donemi edebiyatına baktığımızda, Tanzimat fermanı ile beraber edebiyatta da batıya yönelmeye başlar. Gazete, Hikâye, Tiyatro, Makale, Roman gibi edebi batıya özgü yazım türleri de edebiyatımızda kullanılmaya başlanılır. Bir yayın organı olarak 1831 de çıkmaya başlayan Takvim-i Vekâyi ve yarı resmi olarak 1840 senesinde İngiliz Churchill tarafından Ceride-i Havadis, Tercüman-ı Ahvâl (1860) gibi gazeteler yayınlanmaya başlamış. Türk edebiyatı romanla ilk defa 1859 da karşılaşır. Yusuf Kâmil Paşa, Fenolen’in Telemak adlı romanı tercüme etmiş ve Edebiyatımızda İlk hikâye olma özelliği taşıyan Ahmet Mithat Efendi Letaif-i Rivayet’i yazmış ve Edebiyatımızın önemli figürlerinden olan Şinasi edebiyatımızdaki ilk Tiyatro olma özelliğini taşıyan Sair Evlenmesini yazmıştır.


19.yy Osmanlı mimarisine bakılacak olursa, tabii bir sonuç olarak Batı karakterli unsurlar, inşa edilen yapılarda görülmeye başlamıştır. Batılılaşma hareketlerinin başladığı 18.yy’da, mimaride Batı mimarisi kaynaklı Barok ve Rokoko akımları kendini gösterir. Örnek olarak 1748 senesinde I. Mahmut döneminde yapımına başlanan ve 1755 senesinde Sultan III Osman döneminde tamamlanan Nuruosmaniye camii Barok özellikler taşıması ve Osmanlı Klasik donemi mimarisi, Sinan Ekolünden kopuşu göstermesi acısından önemlidir. Batılılaşma donemi özellikleri taşıması acısından bir diğer önemli yapı olan Laleli Camii (1760-63) Nuruosmaniye camiinde olduğu gibi barok bir düzenlemeye sahiptir. Cümle kapısı tamamen dönemin barok ve rokoko özelliklerini yansıtması bu dönemde mimari normların değişmeye başladığını göstermektedir. Batılılaşmanın mimariye yansıması 19.yüzyılda da yoğun bir şekilde devam etmiştir. Avrupa ile Osmanlı arasında adeta bir köprü görevi gören gayri Müslim mimarlar Osmanlı mimarlığında önemli bir rol oynamış ve Çırağan Sarayı, Dolmabahçe Sarayı, Beylerbeyi Sarayı, Ortaköy Camii gibi yapıları Mimarlık tarihimize kazandırmışlardır.

Ayrıca Müzik alanında da önemli gelimseler kaydedilmiş ve Donizetti'nin bando şefi olarak görevlendirilmesi ve bestelemiş olduğu "Mecidiye" marşını resmî marş olarak kabul edilmesi ve ilk Muzika-i Hümayun okulunun kuruluşu bu döneme rastlar.

Batılılaşma döneminin önemli figürlerinden biri olan 28 Mehmet Çelebi'nin Paris'te Diplomatik nedenlerden dolayı bulunduğu sırada hazırladığı rapor 1721 de basılması kültür tarihimiz için önemlidir. Askeri birimler, eğitim sistemi ve Avrupa uygarlığı hakkında bilgi içeren bu raporda ayrıca sanat anlamında da bilgiler içermekteydi. Batinin Osmanlıya ve Osmanlının bati ile temasları sonucunda bati kültürü ve yasam bicimi Osmanlı elit kesimini etkilemeye başlar. Bunun sonucu olarak Yazılan elyazmalarını resimlemek amacı ile kullanılan minyatür sanatı Matbaanın, İbrahim Mutefferika ile başlaması ve sonraki yüzyıllarda etkinlik kazanmaya başlaması ile etkisini kaybetmeye başlamıştır. 18.yy’da Yapıların üzerine betimlenen duvar resimleri donemin sanat beğenisini göstermesi acısından önemlidir. Avrupa’daki taze sıva üzerine boyalarla yapılan Fresko tekniğini yerine Osmanlıda Teknik olarak kalem isi tekniği yani kuru sıva veya ashap üzerine tutkal yada su ile karıştırılan boyalarla resim yapılmakta idi. Ağırlıklı olarak manzara veya natürmortlar yapıldığı Kalem isi duvar nakkaşlığında bitkisel ve geometrik motiflerden oluşan bezemeler betimlenmiştir. Daha sonraki yüzyıllarda Askeri ressamlar ve Osman Hamdi gibi resim sanatının önemli figürleri yağlıboya tekniği ilen tuval üzerine resmin gelişiminde önemli katkılarda bulunmuşlardır.





Kaynaklar

1 Cumhuriyet öncesi ve sonrası matbaa ve basın sanayii : Alpay Kabacalı 1998
2 Cehaletin Eserleri : Celal Şengör : Bilim Teknoloji (Cumhuriyet) sayı:1258
3 Tarih Sohbetleri Yılmaz Öztuna : Ötüken,1998.
4 Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla : Leo Huberman
5 Genel Türk tarihi, 6 : Hasan Celâl Güzel, Ali Birinci , Yeni Türkiye, 2002
6 Yahya  AKYÜZ:Türk Eğitim  Tarihi  s:66–73  İstanbul, 1999
7 A Military History of the Ottomans: From Osman to Atatürk : Mesut Uyar,Edward J. Erickson

8 Türkiye Teşkilat ve İdare Tarihi : İlber Ortaylı

9 Türkiye^de kültür buhranı: sebepleri ve çareleri : Nahid Dinçer

10 Tarihimiz ve biz : İlber Ortaylı

11 Ottoman Civil Officialdom: A Social History By Carter Vaughn Findley

12 Essays in Ottoman and Turkish History, 1774-1923: The Impact of the West

 : Roderic H. Davison

13 Resimli Turk Edebiyati Tarihi : Nihat Sami Banarli

14 Tanzimat dönemi edebiyatı : Saadettin Yıldız

15 Johannes Gutenberg: Printing Press Innovator : Sue Vander Hook

16 Osmanlı'yı Yeniden Keşfetmek : İlber Ortaylı

17 Osmanlı mimarisi : Doğan Kuban

18 Tanzimat: değişim sürecinde Osmanlı İmparatorluğu :  Halil İnalcık, Mehmet Seyitdanlıoğlu

19 Donizetti Paşa : Emre Aracı

20 The Music Makers in Turkey : Ahmet Say

21 Batılılaşma döneminde Türk resim sanatı, 1700-1850 : Günsel Renda

22 Ottoman Painting: Reflections of Western Art from the Ottoman Empire to the Turkish Republic : Wendy M. K. Shaw

1960’lı Yıllarda Türk Sineması

Evrensel bir hayat önerisi ile çıkan modernleşme hareketi, endüstrileşmeyle başat olarak ilerlediği ve kaynağını ondan aldığı için, sanayileşmede geciken ülkelerde, yerel şartlara bağlı bir süreç işlemiştir. Türkiye gibi sanayisi ve teknolojisi az gelişmiş ülkelerde, bu geri kalmışlık, devlet eliyle geliştirilen “modernleşme” çabalarını “Batılılaşma” olarak ortaya koymuştur. Bu süreçte hızla değişmek zorunda kalan toplum içinde ekonomik farkların yarattığı sınıflar oluşmuş, kentler plansız bir büyümenin içine girmiştir. Tarımsal faaliyetin ikinci plana atılması, kentlere yapılan yatırımları arttırmış bu da yoksullaşan köylünün kentlere göçünü zorunlu hale getirmiştir. Göç eden insanlar işsiz, topraksız, yoksul köylü ya da taşra kentlerinde yaşayan, daha iyi bir hayat kurma çabasıyla kente gelen insanlardır. Bu insanların ortak nitelikleri ekonomik sıkıntı içinde olmaları ve ibulmak ve kurmakta zorluk çekmeleridir. Herhangi bir becerileri ya da nitelikleri yoktur. Büyük kentteki kimlikleri vasıfsız iş gücüdür.

   1964 yılında çekilen Gurbet Kuşlarında göçün en temel nedeni yeni ve iyi bir hayata duyulan özlem, 1978 yılında çekilen Sürü filminde göçün nedeni çaresizlik ve sıra dışı islerle yaratılan istihdamdan yararlanmaktır. Bu da göç etme nedenlerinin zaman içinde ülkede değişiklikler gösterdiğinin bir kanıtıdır. Göç eden insanlar kendi kültürlerini, kırsallığın verdiği geleneksel ilişki biçimlerini kent hayatına da taşımışlardır. Kent merkezlerinde yer edinemeyen bu göçmenler, bobuldukları, kent merkezine en yakın alanlara “gecekondu” diye nitelenen sağlıksız konutlar yaparak yerleşmişlerdir. Kentlerin fiziki yapısını etkileyen bu yapılaşma biçiminin yanında, taşradan göç edenlerin yasam biçimleri de kent yaşantısı içine dâhil olmaktadır. Karşılıklı etkileşim içinde olan kır ve kent yasam biçimleri birbirlerinden etkilenmişler ve kentsel yasamı heterojen bir yapı haline getirmişlerdir. Bu heterojenlik keskin ayrımlar olarak hem fiziki çevreden hem de sosyal hayatın geçtiği gündelik eylem biçimlerinden okunmaktadır.

     İstanbul ve Ankara ayrımı bu iki filmde de net olarak gözükmektedir. Tarihi birikimine dayalı olarak zengin bir yapılı çevreye, denizle kurduğu ilişkiler bakımından nadir coğrafi özelliklere sahip olan İstanbul, filmlerde de bu imgeler üzerinden aktarılmaktadır. Kentle ilk karsılaşma anlarının altının çizilerek verilmesi toplumsal hafızada kayıtlı İstanbul imgelerine karşılık gelmektedir. İstanbul karmaşıklı düzeyi fazla, eğlence ve tüketim ilişkileri gelişmiş yapısıyla ve özellikle de iş olanaklarıyla çekici bir merkezdir. (Gurbet Kuşları) Buna karsın Sürü filminde de öne sürüldüğü gibi, Ankara İstanbul’dan çok farklı imgelerle görselleştirilmiştir. İki kentte ortak olarak gecekondu ve çöküntü mahalleleri oluşmuş olsa da, kent merkezine ve dolayısıyla kentin gündelik hayatının niteliğine yapılan vurgular değişiktir. Ankara’nın başkent olarak seçilmesinden sonra, kentte uygulanan planlama ve imar operasyonları, kente devletin ideolojisini ve otoritesini hissettiren bir yapı örüntüsü katmıştır. Kamu kuruluşları binaları, bankalar gibi binaların kent merkezindeki konumlanmaları toplumsal hafıza içinde kaydedilmiş Ankara imgeleridir: Ankara planlanmış, düzenli bir sistemin etkisi altında yapılandırılmaya çalışılmıştır. Bu farklılaşmalara rağmen göçün yarattığı çöküntü alanlarında İstanbul’a benzer yapılaşmalar görülmektedir. İki filmde de bu alanlara ve yaşamlara dikkat çekilmektedir. Bu da göçmenlerin topluluklar halinde, yerleşilen alanlarda ve mahallerde küçük köyler, kırsal kentler yarattıklarının bir göstergesidir.
   
Kadınların aile ve toplumsal hayat içindeki, ikinci planda olan konumu göçle birlikte kente de taşınmıştır. Kadın erkeğin egemenliği altında, ezilen, söz hakkı olmayan bir roldedir. (Gurbet Kuşları, 1964). Ekonomik özgürlüğü de olmayan kadınlar genellikle çalışma hayatı içinde de bulunmazlar. Kendi bireysel hayatlarını kurabilen kadınlar ise ya eğitim almış ve ekonomik özgürlüğü olan kadınlardır ya da fahişelik yaparak hayatlarını kazanmaktadırlar. (Gurbet Kuşları, 1964).Gurbet Kuşları’nda kentte tutunabilmenin tek yolunun, kentin nimetlerinden faydalanabilmek adına “uyanık ve akıllı” olunması yönündedir. Uysa bu uyanıklık hali, aslında toplumsal çöküşün ortaya koyduğu “haybecilik, kolay yoldan para kazanma” gibi değerlere karşılık gelmektedir. Bu değerlerden uzak bir şekilde yaşamını kurabilen karakter filmde taarruza geçerek kent içinde başarıya ulaşş olarak verilmiştir. Buna karşın benzer bir aklı yürütemeyen aile, geri çekilmiş ve geri dönmüşlerdir. Haybeci karakterinin bu tavrı yabancılaşma kavramına denk olan “yanlış bilinç” ile açıklanabilir. Kendi bulunduğu durumun farkında olmayarak, yani haksız yoldan para ve itibar kazanıyor olması, bir görelilikle açıklanabilir. Değerlerini bu yönde geliştirmesi bireyin bir anlamda özüne, çevresel ilişkilerine yabancılaşması anlamına gelmektedir.
  
Bireyin göçle birlikte yasadığı temel sıkıntılardan olan kent yaşamına uyum sağlayamama ve bu noktada kendi kimliğini ortaya koyamam sorunu yabancılaşma örneklerindendir. Gurbet Kuşları filminde, her türlü riski göze alarak bir ötekiyle karşılaşmasını cinsellik üzerine kuran aile fertleri, bu kararlılığı hatalarına rağmen telafi etme yolunu seçmezler. Toplumsal ahlak kuralları her zaman baskıcı halini birey üzerinde taşımaktadır. Sürü filminde ise kaybedecek bir şeyleri olmasına rağmen, yenik bir şekilde kente gelen topluluğun bireyleri, bu birliğin gücünü kent içinde sürdüremezler, ilişkiler sarsılır ve birey yalnızlaşarak tüm gücünü kaybeder. Bu topluluk içindeki bireyin sahip olduğu yabancılaşmasına karşılık gelmektedir. 



Referanslar
Türlerle Türk Sineması: Dönemler, Modalar, Tiplemeler , Agâh Özgüç
Türk sineması tarihi , Oğuz Makal
Ideology in Turkish Cinema  , Mustafa Mencutekin