İnsanın sahip olduğu en değerli özelliği yaşayabilmesidir fakat
‘yaşayabilmek’ sadece biyolojik bir varlık olmak, nefes alıp biyolojik
ihtiyaçlarını girmek değildir. Yaşamaktan çok daha önemli bir husus
‘nasıl yaşadığımızdır’. Eğer dünyaya gelmek kavramının bize sunulan
büyük bir şans olduğu varsayımında bulunur isek, biz insanlar bu şansı
nasıl değerlendiriyoruz ? Fazla felsefi yorumlamalarda bulunmadan
dünyaya gelmiş olma tesadüfü ve bunun bir getirisi olan ‘ömür’ diye
nitelendirilen yaşam sınırları içerisinde gerçekten ‘insan olabilmek’
durumunu tam anlamıyla yerine getirebiliyor muyuz?
Aslında ‘tarih içindeki insan’ şeklinde kısa bir inceleme
yaptığımızda, modernleşen dünya ve hayat şartlarının ilerleyen yıllar
sonucu daha insancıl bir hal aldığını söylemek mümkün. Fakat farklı bir
bakış açısı ile baktığımızda milyonların hayatını basitleştirip ya da
çalıp, küçük bir zümreyi iktisadi olarak yükselten Endüstri Devrimi de
bir modernleşme değil midir ? Ben bu sorunsalı tarih içindeki insanın
inişli – çıkışlı yaşama standartlarına bağlıyorum. Çünkü insanın hemen
hemen her zaman belli bir zümre ya da tek bir kişinin siyasi, askeri,
iktisadi gücünü kullanıp yönetme yetkisi ile sınırlandırıldığını, klasik
bir tabir ile ‘belli bir çizgide ilerleme’ ya da ‘belli bir kalıpta
ilerleme’ zorunluluğuna sokulduğunu düşünüyorum. Bu sayede tarih boyunca
yönetme yetkisi olan kesimin doğru veya yanlış verdikleri kararlar
sadece onları değil sayıca kat kat üstün yönetilen kesimin de hayatını
etkilemiştir. Bu sayede tarih içinde bilim alanında yol kat etmiş olan
büyük uygarlıkları birkaç asır sonra başka bir uygarlığın sömürgesi
haline gelmiş olduğunu görüyoruz. Bunun açık sebebi yönetenlerin
verdikleri kararların halkı doğrudan etkilemesidir.
Az önce bahsettiğim iniş – çıkış kavramını bu şekilde örneklendirdikten
sonra asıl noktaya dönmek istiyorum.
Endüstri Devrimi gibi tarihin akışını değiştiren bir olaya sadece
işçilerin, Marx’ın deyişiyle proletarya sınıfının gözünden bakıp
yorumlamanın haksız bir eleştiri olacağını düşünüyorum. Bunu düşünmemin
başlıca sebeplerinden birisi Endüstri Devrimi sonucu insanlık için
açılan kapıların, insanı çok daha ileri bir kademeye getirdiğini
söylemek gayet mümkün. İleri kademeden kastım insanın hayatını
kolaylaştırmak gibi basit örnekler. Endüstri Devriminin bizleri daha
‘pratik’ bir hayata sürüklediği gerçeğini inkar etmek kesinlikle doğru
olmazdı. Daha pratik, daha işlerin daha kolay halledildiği bir hayat.
Korkunç bir tüketim alışkanlığının olduğu bu çağda daha pratik bir
hayat, işlerin kolayca halledilmesi, insanın hayatını kolaylaştıran
hemen hemen her şeyin saniyede binlercesini üreten seri üretim tarzı.
Her geçen yılda hızlı bir şekilde büyüyen nüfusa karşı daha hızlı
üretim, büyüyen nüfusun ihtiyaçlarını karşılama zorunluluğu. Bu şekilde
değerlendirdiğimiz zaman Endüstri Devrimi’ni bir zorunluluk, çağın bir
gereği olarak görmemiz gerekir. Önemli olan nokta ise bu daha pratik,
daha hızlı, daha kolay bir hayat diye nitelendirdiğimiz bu olayın bedeli
ne idi ? Bu sorunun cevabına hiç tereddüte düşmeden ‘başka hayatlar’
cevabını verebilirim. Yazıma başlarken söylediğim ‘insan olabilmek’
kavramının tam tersini bu perspektiften gözlemleyebiliyoruz.
Düşünebilen, sorgulayabilen, sevmek, aşık olmak, üzülmek, kaygılanmak
gibi duygulara sahip olan insanın, çok net ve durumu tam anlamıyla
karşılayan bir tabir ile ‘makine’ halini alması.
Endüstri Devriminin tonluk makineler, makara sitemleri vs. dışında
günümüze bıraktığı en büyük miras fizik gücünün, kas gücünün ön plana
çıktığı bir insan modeli idi. Fiziksel gücü el verdikçe maksimum
çabukluğa ulaşıp çalışmak, iş yapmak. Marx'ın literatüre kazandırdığı
kellime ile açıklayacak olursak, korkunç bir metafetişizm. İnsanın
çalışan bir kas yığınına ya da bir robota dönüşmesi. Asıl huzurlu hayat
dileklerini emeklilik zamanlarına saklayıp, yaşlılık dönemlerinde emekli
olduklarında hastalıklarla boğuşan kendini avutan sayısız insanlar.
Vahim olan durum bunun gerekli bir gidişat olması ya da öyle
gösterilmesi. Çalışmayana ekmek yok, çalışmayan hata tutunamaz mantığı.
Fakat bu şekilde çalışmak basit bir şekilde sadece insanın
robotlaştırıyor. Acımasızca.
Modern Zamanlar ya da daha Türkçe bir biçimde Asri Zamanlar
filminde de nükteyle belirtilen noktalar ‘insanın metafetişizm evresine
geçişi.’ İnsanların seri bir şekilde vidalama işlemi yaparken yanındaki
çalışan kişinin kıyafetinin düğmesine de aynı işlemi uygulamaya
çalıştığı, programlanmış insanların robotlar gibi hareket ettiği,
mükemmel bir disiplinle işe gittiği bir dünya. Bu işe ilerleyiş
sahnesinde yapılan koyun benzetmesi insanların o durumlarını açıklayan
bir iğneleme. İnsanların insan olduğunu unutması. Korkunç boyutlara
ulaşmış bir bedensel kölelik. İşçilerin bedensel olarak kölelik icra
ettikleri bu esnada ise ‘President’ diye nitelendirilen yöneticinin
kendi keyfinde olması dikkat edilmesi gereken bir nokta. İnsanlar artık o
kadar abartılı bir biçimde robot halini almışlar ki sokakta gördüğü bir
kadını kovalama teşebbüsünde bulunabiliyor. Diğer göze çarpan nokta ise
Charlie Chaplin’in polisten kaçtığı sırada bile garip bir makinede
fabrikada giriş onayı yapması. Polisten kaçmak gibi aksiyona sahip olan
bir durumda bile bunu yapma gereği duymak insanların duygusuz bir beden
halini almış olduklarını net bir şekilde açıklıyor. Daha sonralarda
Charlie Chaplin’in iyi niyetli davranmasına rağmen trajikomik bir
biçimde elinde bulundurduğu bayrak gerekçesiyle komünist lider ilan
edilmesi dönemin Amerika Birleşik Devletleri politikasını da
eleştiriyor. Sorgusuz sualsiz apar topar bir günümüzde çöp
kamyonlarına çöpçülerin bindiği gibi binmiş olan polislerin olduğu bir
araca bindirilip götürülüyor. Belki çok dikkat çekici bir nokta değil
fakat Paulette Goddard’ın canlandırdığı kimsesiz sokak kızının yaşı
geçmiş olan babasının iş bulamama sorunu yaşıyor olması fiziksel gücünü
kaybetmiş olan insanların adeta aşağılayıcı bir biçimde kullanıp
atılıyor olduğu gerçeğine ayna tutuyor. Aynı zamanda insanların
hapishanede bile daha mutlu olduğunu söylemek mümkün çünkü Charlie
Chaplin hapishanede kalmak istediğini söylüyor. Filmin ilerleyen
sahnelerinde kızın bulduğu derme çatma dokunulsa kırılacak halde olan
evin ‘paradise’ diye nitelendirilmesi, insanların dünyasının ne kadar
küçük olduğunun bir göstergesi. ‘Can you imagine a little home ? ‘ diye
hayal kurmaları ama hiçbir şeye sahip olamamaları üzücü olan diğer bir
nokta. Bir sahnede göze çarpan diğer bir nokta ise Charlie Chaplin’in
makinede sıkışmış olan iş arkadaşını kurtarmaya çalıştığı noktada yemek
paydosu zilini çalmasıyla daha önce de belirtmiş olduğum gibi bir robot
misali yemek yemeye gitme teşebbüsü trajikomik bir durumdu ve sistemin
insanları nasıl insanlıktan uzaklaştırdığının net bir örneğiydi.
İlerleyen sahnelerde Charlie Chaplin’in işe girdiği yerde smokin giyen
orta yaşlı birisine yemek servisi yaptığı sırada aniden dansa kalkan
insanların arasında kaybolması ve bu durumda hiçbir suçu olmayan
çalışanın bile yemeğini bekleyen kişi tarafından suçlu gösterilmesi ve
ona kızılması, insanları hor görmektir. İnsanların para kazanma hayatına
devam edebilme gerçeğini kullanıp, ‘her zaman işçi haksızdır’ şeklinde
yapılan yorumlar. Ama her şeye rağmen insanların bunlara katlanıp
gülümsemeye ve hayattan zevk almaya çabalamaları. Trajik bir durum.
İnsanların makine şeklinde çalışma temposu düzeni sadece üretim
yerlerinde, fabrikalarda gerçekleşmesi belki acımasızca diye
nitelendirilen bu durumu hafifletebilirdi. Fakat fabrika temposu insanın
hayatıyla bütünleşmişti. İnsanların belli bir disiplinde yürüyüşü,
hareket edişi… İnsanın insan olmaktan çıkıp robotlaştığı ve daha da
kötüsü ‘kendini robot olarak gördüğü’ bir basitleştirmede bulunması.
Acımasızca.
Filmi genel olarak bu şekilde
yorumlayabiliriz fakat filmin tek eleştiri noktası bu değildi. İki, üç
asır önce gerçekleşen bu devrimin günümüzde de işleyişini kaybetmemiş
olması da başka bir eleştiri noktasıydı. Aynı zamanda hükümet politikası
olarak gördüğü ve seçim vaatlerinde sıkça belirttiği köleciliğe karşı
olmasıyla bilinen zamanın Amerika Birleşik Devletleri lideri Abraham
Lincoln’ün portresinin Charlie Chaplin hapishanedeki odasında oturduğu
sırada arkada belirmesi, günün şartlarıyla değerlendirildiğinde korkunç
bir çelişki idi. Bu kölecilik değil de neydi ? İnsanların halini
değerlendirdiğimizde bunun bir kölecilik olduğunu söyleyebiliriz. Daha
doğrusu ‘ Modern Kölecilik’.
Durumun içler acısı olduğunu görmek mümkün. Ama diğer bir bakış
açısıyla değerlendirdiğimiz zaman bunun bir gereklilik olduğunu
söyleyebiliriz. Bunu çağın bir gereği olarak görmek de mümkün. Önemli
olan insanların çalışma şartlarının insanların sahip oldukları bedenlere
uygun olup olmama durumudur. Şuan burada kesin bir biçimde
Endüstriyel gelişmelere karşı olduğumuzu belirtmek yanlış bir yaklaşım
olur. Bu sebeple olması gereken bu kapitalist düzende üretim araçlarına
sahip olan yöneticilerin, ya da filmde belirtildiği gibi ‘President’
diye nitelendirilen kişilerin işçi sınıfına daha insancıl yaklaşmasıdır.
İktisadi hırsı bir kenara bırakıp öncelik olarak işini yapan insanları
düşünmelidir. Fakat çağımızda bu ne kadar mümkün, orası tartışılır.
Sistemin en acımasız noktası ise sisteme dahil olma, sistemin bir
parçası olma zorunluluğudur. Sitemin dışında kalan insanların ezildiği
acımasız bir sistem. Modern zamanlar ve modern kölecelik.
Mustafa UNLUSOY
No comments:
Post a Comment